Dini cinselliğe alet etmek 

Cumhuriyet kurulur kurulmaz, Menemen Hadisesi’ne de, Şeyh Sait İsyanı’na da, Şapka Kanunu’na muhalefete de, Harf İnkılâbı’nı bilim düzeyinde ele alan İskilipli Atıf Hoca’nın bilimsel risalesine de devlet, hep aynı gerekçeyle karşı çıktı:

İrtica!

Konumuz değil ama hatırlatalım: Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde bir dönem Türk harfleri diye yutturulmaya çalışılan Lâtin harfleriyle ilgili İskilipli Atıf Hoca’nın sözkonusu risalesi, birçoklarının sandığı gibi Harf İnkılâbı’ndan sonra değil, önce yazılmış ve basılmış bir eserdi. Avama seslenmediği için de az sayıda basılıp dağıtılmışlığı da cabası. Fakat bu durum, kitabın sahibini idamdan kurtaramadı. Gerekçe hazırdı: dini siyasete alet etmek.

Yaşı 40’larda seyredenlerin hem radyodaki, hem de televizyondaki haber bültenlerinde en çok duydukları ifadelerden biri irtica yaftası… Dindar için kullanılan versiyonu mürteci… Hâlen bazı meclislerde revaçta bu tabir. Dine saldırmak amacıyla kullanılan iki hakaret ifadesinden öbürü de, en az ilki kadar kızıl iftira kokar: dini siyasete alet etmek… Son yıllarda müslümanlardan ‘ihmal edilen’ bu iltifat, malûm örgütün sonrasında kimi ağızlar tarafından yeniden servis edilmeye çalışılıyor. Tutar mı, bilinmez.

Zaten meselemiz başka. Dini siyasete alet etmek değil de, dini cinsiyete alet etmek.

Din cinsiyetin emrinde

Gösterime yeni giren Cehennem/Brimstone adlı film, bu açıdan bakıldığında, bizde de üzerinde yeterince konuşulmayan (“Hiç konuşulmayan” demek daha doğru belki de.) bir meseleyi gündeme getirmekte: dini cinsiyete alet etmek. Belki bir tek cinci hoca haberleri bu mevzua şöyle bir teğet geçer; o kadar.

Biz 90 senedir, zengininden fakirine, şehirlisinden köylüsüne ülkede ne kadar dindar varsa beherini ezmek için dini siyasete alet etme hikâyesinden öteye gitmeye fırsat bulamadık. Hâlbuki meselenin toplum tarafı kadar birey tarafını da önemseseydik, din ile cinsellik arasındaki ilişkiyi, bir tek Ali Rıza Demircan’a emanet etmememiz gerektiğini de kavrardık.

Bu da ayrı mesele.

Kitab-ı Mukaddes kabul edilen metinde hak peygamberlere iftiralardan geçilmez. Üstelik bu iftiraların önemli bir kısmı cinsi temele dayanır. Daha acısı bu cinsi iftiraların da ensesti ima veya işaret ettiğini yahut düpedüz ifade ettiğini meselenin yalnızca erbabı değil, ahali de bilmekte.

Meselâ bizim itikadımıza göre kavminin fısk, fücur ve ifsadıyla bilinen ve yoldan sapmış ahalisini doğru yola davet etme gayretindeki ahlâk abidesi Lût Aleyhisselâm’a matuf iftira, Yahudi ve Hıristiyan itikadının temel dayanağı durumundaki Kitab-ı Mukaddes’in galiba bu meselede sık sık zikredilen bölümlerinden…

Avrupa’nın çöplüğü

Cehennem adlı filmde Amerika’nın kuruluş döneminin hemen akabindeki evredeyiz. Yani Avrupa’dan ipini koparan ne kadar yertsiz-yurtsuz varsa, daha ilginci, ülkesinde ne kadar istenmeyen adam, hırsız, katil, sapık, soyguncu, vurguncu varsa gemiyle bu kıtaya çıkmış, batıya doğru ilerlemiş; bazıları akarsuların pınarlarına yakın bölgelerde, aç biilâç altın aramaya çalışmakta, bazıları hayatını toprağa bağlayarak çiftçilikle iştigal etmekte, bir kısmıysa hayvancılıkla uğraşmakta. Malûm, bu filmlerde, kıtanın değişik yerlerinde yaşanan çiftçilerin kıtaya ve hayata tutunma hikâyeleri anlatılsa da, halk arasında bu tür yapımlara adını veren öğe kovboylar. Aslında hayvancılıkla uğraşan göçmenlerin serseriliklerini ve birbirleriyle düellolarını anlatan kovboy filmleri, Hollywood’un bitmek tükenmek bilmeyen altın madenlerinden biri. Teknik adıyla western.

Amerika kuruluyor demiştik.

Koca kıtanın farklı yerlerinde birarada yaşamaya gayret eden küçük cemaat öbekleri… Aralarına yabancıları almak istemeyen, hatta kapısını çalanı, kim olursa olsun alnının ortasından vurmaya hazır insanların kuruluşunu henüz tamamladığı dönemdeyiz. Hollandalı bir öbek insan, geldikleri bu yeni kıtada hem geleneklerini hem de çocuklarını yaşatmaya çalışmakta. Gün boyunca verimsiz toprağı kazmakta, ektikleriyle geçinmeye çabalamakta. Verimsiz topraklar, mahrumiyetler ve bitimsiz istekler kumkuması… Sığınabildikleri yegâne müessese ise kilise. Ve özellikle de kilisenin rahibi. Dindarlığıyla ve Tanrı’ya pervasız bağlılığıyla bu küçük cemaatinin kalbinde taht kuran rahip, aslen sert bir mizaca sahip. Ve tuhaf bir biçimde rahibin Tanrısı da en az rahip kadar sert. Anlayışsız ve merhametsiz. O yüzden de Tanrı’nın emrine uyduğuna inandığı için dini en tavizsiz tonuyla anlatmakta rahibimiz. Cemaatine de ona göre amel ettirmekte.

Bu sertlik ve tavizsizlik kendi hususi yaşantısı için de aynen geçerli. Meselâ Tanrı’nın emrine karşı geldiğini düşündüğünde, kendisini de merhametsizce kırbaçlayabilmekte.

Böyle bir iman ve buna uygun bir ameldeki bir rahipten bahsediyoruz. Ve babadan.

Dindarlık, sapkınlık ve sapıklık

Filmi kayda değer kılan husus da zaten burası: Bir sapığı sapık diye itham edip geçmemek, sapıklığının sebeplerini irdelemek; üstelik bu kurcalama sonucunda ulaşılan Hıristiyani gerekçeleri örtmekten, görmezden gelmektense deşmeye çalışmak. Elbette hatırlatma tarzında. Didaktik bir filmle veya asıl konusu Bergman’ın Kış Işığı’ndaki gibi Tanrı’nın varlığı veya niteliği gibi meselelerle ilgili teolojik nitelik arzeden bir filmle karşı karşıya değiliz çünkü. Zaten derin bir filmden değil, insanı üzerinde derin derin düşünmeye iten temalara dayanan popüler ama çarpıcı bir filmden sözetmekteyiz sonuçta.

Haksız ithamlar, çürümüşlük, kokuşmuşluk, ahlâksızlık, nizam ve intizamsızlık manzaralarıyla dolu Cehennem, aslında bir western filmi. Ama o bildiğiniz westernlerden değil. Maceranın içerisine yerleştirilmiş karakterlerin tahlili ve daha da önemlisi mevzuu, filmi ayrıcalıklı kılan nitelikleri… Yıllar geçtikçe sönmeyen o intikam ateşinin kökenine yaklaştıkça film, tipik bir western niteliğinden hızla uzaklaşıp sanat sineması anlayışında ancak karşılığını bulabilecek bir tematik düzeye tırmanmaya sıvanmakta.

Türkçe’ye bence hiç de yakışmamış bir biçimde Cehennem diye çevrilen film, 2016 Amerikan yapımı. Yönetmen koltuğunda Martin Koolhoven oturmakta. Belli ki Hollanda asıllı yönetmen, biraz da kendi hikâyesini anlatmayı tercih etmiş; şahsi hikâyesini değil de, atalarının Amerika’ya gelişlerinde yaşadıkları yahut yaşamaları muhtemel bir hikâyeyi. Koolhoven’in, oyunculuğun yanında senaryo yazarlığı da eklenmiş yönetmen kimliğiyle imzaladığı 15 filmi var. O yüzden bu yapımda da çift imzası bulunmakta. Zaten çekirdek hikâye de kendisine ait.

Değişmek, dönüşmek, başkalaşmak

Guy Pierce’ın oyunculuğu, aslında Kitabı Mukaddes’i arkasına almış gibi gözüken, deliliğini dinle kutsayan sapık baba imgesini, eksiksiz ve son derece etkileyici bir tarzda gözümüzün önünde canlandırabilmemizi mümkün kılacak bir çarpıcılıkta. Unutmayalım, karşımızda, yalnızca kızına göz dikmiş sapık bir baba yok çünkü. Belki de bu rolün hakkını verebilecek birçok oyuncuya işaret edilebilir. Mesele, bu sapıklığa dini bir gerekçe katabilecek bir sapmış ruhu da sapıklıkla harmanlayarak yansıtabilmekte. Üstelik hem etkileyici olmak zorunda bu oyunculuk, hem de inandırıcı kalabilmekte. Bir zamanların çocuk yıldızı Dakota Fanning ise yönetmenin yönlendirmelerine harfiyen uymaya gayret eden bir oyuncu profili çizmiş.

Film yalnızca konusuyla çarpıcı, hatta sarsıcı değil elbette. Anlatımıyla da sıradan Hollywood yapımlarının standartlarının sınırlarında gezinmeye çalışmakta. En azından bunu, hikâyeyi kronolojik sıraya göre anlatmayı reddeden tahkiyeleme tavrından da çıkarabilmekteyiz. Geçmiş, şimdi ve gelecek adlı üç bölümden müteşekkil film, farklı bir zaman algısıyla, sondan başa doğru giderek anlatılmış.

Özellikle gece çekimlerindeki performansıyla ve filmin kasvetini izleyicinin daha bir hissetmesini pekiştiren renk tonuyla görüntü yönetimini hususen zikretmeden geçmek haksızlık.

Filmin hayıflanılası yönü ise şu: İnsanın tüylerini diken diken eden temasına odaklanmaktansa, yani aslen sert mizaçlı ama dindar bir insanın, hangi süreçlerden geçtikten sonra, Tanrı’yı da yanına alarak bir sapığa dönüşebildiğini anlatmaktansa işi avantür ve macera filmlerinde bile görebileceğimiz bir aksiyona çevirmesi… Hâlbuki kızını seven bir babanın, hangi aşamalardan geçtikten sonra, bir zamanlar bağrına bastığı öz evlâdını öldürmeyi hayatının ideali hâline getirebildiği az mı önemli? Ve bu öldürme tutkusunun ardındaki gizli sebep… Asıl üzerine abanılası konu burada değil mi? Güdü düzeyinde bile korunması kaçınılmaz bir varlığın, ortadan kaldırılmasının, hayatın gayesi hâline getirilmesi nasıl bir evrilme sürecidir acaba?

İşlemek ve değinmek

Belli ki filmin yapımcıları, ancak belli tarz Avrupa filmlerinde veya Batı-dışı yapımlarda görebileceğimiz böylesi bir sorgulayıcı niteliği, filmin müteharrik öğesi yapmayı yeterli görmüşler.

Danimarka, Almanya, Belçika ve Fransa ortak yapımı filmin en az konusu kadar insanı rahatsız eden başka bir yönü de barındırdığı vahşet ve cinsellik sahneleri… Mevzuunu anlatması bakımından gerekli gibi görünen bu öğeler filmde, belli ki başka gayeler doğrultusunda kabul edilebilirliği aşmış durumda; en azından benim gibiler için.

Öte yandan Cehennem’i, son yıllarda üretimi arttırılan kadın mücadelesi ve azmi sayesinde elde edilen kahramanlara lâyık zafer filmlerinden biri de sayabiliriz. Nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın, lânetli geçmişinden (Yani babasından. Freud, evet.) bir türlü kurtulamayan bir kadın.

Çocuklarını ve kendisini bir deliden, bir sapıktan korumak ve onun şerrinden kurtarmak için büyük bir azimle gayret eden kadın kahramanımız, filmin sonunda tahmin edileceği üzere muradına erer elbette. Fakat ne pahasına?

Cehennem, izledikten sonra çağrıştırdıklarıyla önemli bir film yani.

Din, siyaset, cinsiyet… Bu üçlünün arasındaki her türlü ilişki dikkatle incelenmeye değer.