Destan bütün anlatıların anasıdır.
Sözlü kültür üzerinden evrile evrile günümüze kadar gelmekle kalmayıp başta roman olmak kaydıyla birçok anlatı türüne zemin teşkil eden destan, ozanların elinden geçtikten sonra ilkin kulaktan kulağa aka aka şairlerin eliyle yazıya geçirildi; ardından da modernitenin münbit ama aynı zamanda merhametsiz kucağında romana dönüştü. Belki Doğu’daki çeşidi bakımından binbir gece masalları türünden anlatılar ile bitimsizleşmiş gibi gözüken menkıbeleri de bu minvalde anmak gerek. Yahut mesneviyi. Gerçi birbirine eklemlenen masal anlamı kastedildiğinde dahi çoğumuz sadece oryantalistlerce Batı’ya aktarılmış Binbir Gece Masalları’nı aklımıza getirmekteyiz ama aslında aynı zamanda bir anlatı türünden de sözetmekteyiz. Tıpkı mesnevi dendiğinde yalnızca Mevlânâ’yı hatırlamaya benzer oturmuş bir yanlışlık bu.
Her ne kadar destan ölmüş bir tür kabul edilse de aslında biri edebiyatın içinde, öbürü dışında iki başka türde bir şekilde hayatiyetini sürdürmekte: romanda ve sinemada.
Uzun mu uzun uyarlamaları kastederek söylüyorum elbette, sonuçta sinema, istisnaları hariç, doğası gereği belirli bir sürede olanca meramını muhatabına aktarmak zorunda bir anlatı türü. Burada da çoğun sınır, uzun solukluluğu hesaba katarak vurguluyorum, hayli kısa bir süre: 90 dakikacık. Galiba modern zihniyetin kitleleri romandan sonra en çok etkileyen anlatı türü durumundaki sinemanın bu süre tıkanıklığını aşması, kendisine değil, onun bir numaralı rakibi ve postmodern çeşidi durumundaki televizyona nasip oldu. Tıpkı binlerce yıl önce hikâyeperdazların veya destan anlatıcılarının yahut Platon’un kastettiği anlamda şairlerin icra ettikleri tarzda günler geceler boyu süren ve birbirine eklemlenen epizotlardan müteşekkil yeni dizi anlayışından sözettiğim açık.
Gerçi kendi içerisinde konu bütünlüğü barındıran dizileri XX. yy’ın son çeyreğinde de bolca görebilmekteyiz ama destandaki gibi yan hikâyelerini müstakil birer anlatı hâline getirebilen, bazı figürlerine karakter muamelesi bahşeden ve en önemlisi de tasarı anlayışı bakımından destanı anımsatan dizi anlayışının oturmasına ancak bu yüzyılın ilk çeyreğinde rastlayabilmekteyiz.
Demem o ki kimi edebi türler, tıpkı edebiyatın kendisi gibi ölümsüzdür. Yıllardır sıklıkla karşılaştığımız “Efendim roman öldü.” veya “Hikâyenin vefatını duymadınız mı?” yahut “Şiir sizlere ömür mirim.” türünden ifadeleri daha bir ihtiyatla karşılamak mecburiyetindeyiz. Çünkü bu çeşit derinlik yoksunu yaklaşımlar, yazık ki bu türlerin edebiyatın içindeki veya dışındaki başka türlere dönüşmesini, kaynaşmasını yahut da bu türlerle kaynaştıktan sonra yeni ve başka bir türe zemin hazırlamasını kavrayamamakta.
Demek ki hakiki manâsıyla fıkra veya mektup türünün aleni ölümü başka, romanın, hikâyenin veya şiirin değişimi yahut dönüşümü daha başka şeyler.
Şimdi bu değişim veya dönüşüm macerasının ülkemizde yeterince işlenmediğini düşündüğüm bir başka çeşidinden bahsedebiliriz artık: Roman ile sinema arasındaki zıt kutupların iticiliğini de barındıran tuhaf etkileşiminden.
İlkin şu husus: Yazık ki biz, romanın kardeşleri ile kendisini birbirinden tefrik ihtiyacı da hissetmeyiz. Meselâ ülkemizde roman ile romansı ayrı ayrı ele almış edebiyat yaklaşımlarıyla sıklıkla karşılaşmamaktayız yazık ki. Hâlbuki romans, merkezi bir kahramanın etrafında gelişen entrikayla yüklü ve sürükleyici olaylara yaslanan bir anlatı iken roman, karakteri yine merkezine oturtur ama yaşadığı olayları da, çevresindeki kişileri de o karakterin hislerini anlatmak için vesile kılar. Başka bir ifadeyle romans olayları anlatır, roman ise kahramanını ve yaşadığı duyguları… Konu dışına taşmadan vurgulayalım, burjuva sınıfının zevkinden ve romansın evrilmesiyle doğan ama geçen zaman zarfında hayli yapısal değişikliğe uğrayan romanseverlerin çoğu, yazık ki romanı romanslaştırarak okuduğunun farkına bile varmaz. Çünkü roman okumak, romanın konusunu takip etmek değil, kahramanının ve etrafındaki karakterlerin, gelişen olaylar esnasındaki tahassüslerini tefrik edebilmek demek. O yüzden de bizdeki tahfif yüklü “roman okur gibi” yaklaşımı, eşi menendi görülmesi zor bir idrak yoksunluğuna yaslanmakta. Öyle ya aslında roman okumak, hele hele modern roman okumak, yüksek perdeden bir zihni ve hissi kesafeti de beraberinde getirmekte.
Öte yandan, belli bir amaç doğrultusunda sinema ile edebiyatın arasındaki farkları geçici bir süreliğine ihmal ederek meseleye baktığımızda aslında birinin kelime, ötekininse hareketli görüntü üzerinden derli-toplu ve kendi içerisinde tutarlı, muhatabının zihninde bir bütünlük izlenimi uyandırabilecek tarzda bir hikâye anlattığını söyleyebiliriz.
Demek ki asıl fark anlattıklarında değil, anlatımlarında gözlemlenmekte: Nihayetinde sinema, yapısı gereği hisleri ancak çağrıştırabilmekteyken roman beherini kâfi miktarda tahlil edebilmekte. O yüzden de hisleri anlatmak için klâsik sinemanın başvurmak durumunda kaldığı çözüm yollarından biri dışses anlatıcısıydı. Dışses anlatıcısı yalnızca olaylar arasındaki boşlukları doldurmakla yetinmez, sıklıkla da karakterin o ân neler hissettiğini izleyiciye anlatmak durumunda kalırdı. Çünkü görüntü, doğası gereği hisleri tahlil edemez; ancak çağrıştırabilir.
Başka bir bağlamda baktığımızda aslında sanat sineması dediğimiz türe, görüntünün verdiği imkân çerçevesinde hisleri de bir şekilde dile getirdiği için o sıfatın bahşedildiğini söyleyebiliriz. Çünkü sinema insanın dış macerasını, edebiyat ise iç macerasını anlatma kudretinde. İç maceranın yanında edebiyatın aynı zamanda insanın dış macerasını anlattığını tekrara hacet yok.
Türk Edebiyatı’nın pörsümeye başladığı bir dönemde Türk Sineması’nın parlamaya başlaması da bu bağlamda bir anlam kazanmakta kuşkusuz. Çünkü görüntünün, kelimeye nispetle çok daha fazla bir genelgeçerlik, dolayısıyla anlaşılabilirlik barındırdığı ortada.
Nihayetinde dönüp dolaştık ve geçen hafta konu edindiğimiz Peyami Safa söyleşisindeki şu cümleye dayandık: “… roman sanatının, insanın iç macerasını birinci plana alarak sinema sanatından ayrılabileceğini düşünüyorum.” (Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, Der: Mustafa Baydar, Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitapçılık, İstanbul, 1960, s. 170-173.)
İşte hususiyetle romanın, umumiyetle de edebiyatın yegâne kıymeti asliyesi: İnsanın kendisi, en geniş kapsamıyla çevresi ve tanrısı arasındaki karmaşık ilişkileri tahlil edebilmek ve bütün bu ilişkilerin insan benliği üzerindeki etkilerini tahassüs ettirebilmek. Tam bu aşamada edebiyatın alanıyla felsefeninkinin çakışması kaçınılmaz değil mi?