28 Şubat, siyasi tarihimizde derin bir kırılmayı temsil eder ve sonuçları itibarıyla ciddi sarsıntılara yol açmıştır. Geçen hafta, tarihe post modern darbe olarak geçen 28 Şubat süreci hakkında yazılı ve görsel basında çok önemli yayınlar yapıldı. Bu yayınlar, sürecin sebep olduğu acıları göstermiştir. Dolayısıyla o dönemde yaşanılmış büyük acıları tekrar etmemize gerek yok. Bu yazıda, 28 Şubat’ın yol açtığı ve günümüzü de doğrudan etkileyen sonuçlara odaklanacağız.
28 Şubat’ın en önemli sonuçlarından biri Fethullahçı yapının önünün alabildiğine açılmasıdır. Bunu bir ganimet olarak gören Fethullahçı yapı, devletin birçok kurumunu ele geçirmekle kalmamış asıl olarak büyük bir zihniyet dönüşümüne yol açmıştır. Bu süreçle ilgili olarak siyasetçiler suçlanabilir ve esas aktör oldukları için biz de onları hedef tahtasına koyuyoruz. Fakat bu ülkenin entelektüel birikimini temsil eden fikir adamları (gazeteci, akademisyen, sivil toplum önderleri vs.), 28 Şubat sürecinden bu tarafa Fethullahçılarla ilgili olarak geride ne türden bir iz bırakmıştır, sorusu cevap bekliyor. 17-25 Aralık sonrası oluşan siyasi ortamda söylenen sözlerin de bir anlamı var, fakat asıl olarak bu tarihten önce kim nerede durmuştu, sorusu çok daha önemlidir. Zira 17-25 Aralık’tan sonra artık devlet tepkisi ortaya çıkmıştı. Gayet tabiî bir şekilde, duyarlılıklarını muhafaza eden sıradan İslami kesim, devlet tepkisine destek verdi. Bu desteği, yerli ve derin hafızanın öfkesi şeklinde görmek de mümkündür. Ne var ki fikir adamları derin hafızanın öfkesine sahip değildir.
Geçmişte olan biten her şey toplumun gözü önünde cereyan etti. “Bizim kesim”de Fethullahçı yapı ile ilişkileri ima eden tartışmaların şiddeti, bu yapının gücünün boyutları ve farklı toplum kesimlerine doğrudan dokunmuş olmasıyla açıklanabilir. Bugün için gazeteciler ve siyasetçiler, paralel ile olan ilişkileri dolayısıyla hedef tahtasındadır. Bu anlaşılabilir bir durumdur, çünkü görünen hedefte onlar var. Bürokrat, akademisyen, öğretmen, iş adamı ve sivil toplum önderlerinin de paralel ile olan ilişkileri ya da bu yapı hakkında söz söylememiş olmaları dolayısıyla hedefe konulacağını tahmin ediyoruz.
Gazeteciler, akademisyenler, siyasiler, sivil toplum önderleri; cemaatin yükseliş döneminde herhangi eleştirel bir tavır sergilemedi. Hatta daha ileri bir adım olarak cemaatin yükselişine övgü düzüp onları savunan sözler söylediler. Geniş bir iş adamı kesimi ise bu süreçte aktif bir rol oynayarak cemaatin yükselişine omuz verdi. Bu yapılanlar, Fethullah Gülen’in ve cemaatinin, İslamcı kesim arasında meşrulaşmasında önemlidir. Bu meşruiyet cemaat okullarına, dershanelerine inanılmaz boyutlarda öğrencinin akmasına yol açtı. Bugün, cemaatin ve Fethullah Gülen’in siyasi tavırları bir suç olarak görülüyor, ama bu siyasi tavırların ortaya çıkacağı çok önceden belli iken zaman içinde onlara verilen desteğin yok sayılması mümkün değildir. Cemaate verilen destek geniş bir kesim için üstesinden gelinecek bir iç hesaplaşma olmaktan çıkmıştır. Eğer MİT
Tırları baskınına benzer olaylar tezahür ederse daha derin sarsıntıların yaşanacağını tahmin ediyorum. Bu açıdan hedefe konulma işini mevcut duruma yönelik ciddi bir eleştiri olarak görmek gerekir. Bu eleştirinin çok isabetli yapıldığı söylenemez fakat ciddiye alınmalıdır. Önümüzdeki zamanlarda paralel çetenin faaliyetlerine hız kazandırması durumunda onlarla ilişkisi olduğu düşünülen birçok kişi, bu eleştirinin doğrudan hedefi olacaktır. Çünkü paralel organizasyonun karıştığı haksızlıklar komedyası olanca şiddetiyle devam ediyor ve çok az kimse sesini çıkarıyor.
Bugün takınılan tavırlar dahi bir gün gelip çok kimseyi töhmet altında bırakacaktır. Çünkü cemaat meselesi şu an görülenin dahi ötesine doğru geçmektedir.
Oğullarını ve kızlarını iyi bir eğitim ve iyi bir gelecek umuduyla cemaatin okullarına teslim edenler şimdi bu oğul ve kızların hışmına uğruyorlar. Bu önemsenmesi gerekli bir öfkedir ve dikkate alınmalıdır.
Geçen zaman içinde paralel yapıya karşı açık bir fikir geliştiremeyen geniş kesimlerin bugün dahi devam eden duyarsızlığına rağmen devlet, paralel yapı ile mücadele konusunda çok kararlı bir tutum sergiliyor. Devletin bu mücadelede belirli bir strateji takip ettiği ve kendi varlığını doğrudan tehdit eden unsurları öncelediği anlaşılıyor. Yargı ve güvenlik alanında almış olduğu tedbirler ile paralel yapının kaynaklarına yönelik baskı büyük bir titizlikle yürütülüyor. Bu stratejinin iki önceliğinin olduğunu söyleyebiliriz: Doğrudan tehdidi bertaraf etmek ve paralel yapının kaynaklarını kurutarak onu kendi içinde zaafa düşürmek. Devlet için doğrudan varlığına yönelik tehdidi bertaraf etmek ne kadar önemliyse Fethullahçı yapının insan ve ekonomi kaynaklarını zayıflatarak varlığını geleceğe taşımasını önlemek de bir o kadar önemlidir. Devletin, kendi varlığına yönelik tehdit bakımından ikinci derecede önemli unsurları şimdilik görmezden geldiğini söyleyebiliriz. Bu, hem cemaatin suça bulaşmamış mensuplarına hem de kamu bürokrasisi ve konu ile alakalı sivil kesimlere zaman tanımak anlamına gelir.
Türkiye bu sarsıntıları atlatacaktır. Yaşanılan tartışmaların şiddeti de bunun bir göstergesidir. Eğer Türkiye’de, Fethullahçı yapı ve benzeri oluşumlara karşı herhangi bir tavır alınmasaydı bu gerilimler yaşanılmayacaktı. Türkiye, değişmemiş olacaktı. 28 Şubat süreci ile uçurumun kenarına kadar sürüklenen Türkiye, ilk hamleyi bazı kurumlarında çok önemli tasfiyelerle yaptı ve uçurumun kenarından döndü. 28 Şubat’tan sonra en önemli ikinci hamle ise kendini ele geçirmeye çalışanlara karşı yapıldı. Her iki hamlenin tam olarak anlaşılmadığını söyleyebiliriz.
Şimdi ise daha büyük ve kalıcı adımlar atılıyor. Gerilimlerin asıl sebebi de budur.
Kendi kabuğundan çıkmaya çalışan Türkiye’nin geleceğe yönelik beklentileri bugün yaşanılan gerilimleri daha da arttıracaktır. Çünkü bu beklentiler sadece Türkiye’nin kendi sınırları içinde değil, bütün bir medeniyet coğrafyasında büyük umutların yeşermesini sağlamaktadır.