Biliyor musunuz, kimi romanların çok satmasının etrafında kopartılan son zamanlardaki fırtınaya, en güzel karşılığı yıllar önce Peyami Safa vermiş. Server Bedi’nin ‘Korkuyorum’ ve ‘Alnımın Yazısı’ adlı kitapları, çıkar çıkmaz ikinci baskılarını yaptıkları hâlde Peyami Safa’nın ‘Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’ adlı romanı, ikinci basımı için çeyrek yüzyıl beklemiş.
“Bu iki yazar arasında ne alâka var?” mı diyorsunuz?
Tartışmadaki tarafları iki ana öbekte toplayabiliriz. Tartışmayı açan ve tartışmayı açanın tarafını tutan öbeğe göre son yıllarda, özellikle roman adıyla çıkan kimi yayınlara bakarak, sakın ha “Edebiyatımız ilerliyor, dahası okurlarımız bile Cumhuriyet’in öngördüğü biçimde gelişiyor. Baksanıza, yeni çıkan kimi edebiyat ürünleri ne kadar da çok satıyor. Yıllardır haklı yere şikâyet ettiğimiz şu okumama eksiğimizi bile giderebildiğimize göre, artık bizim sırtımızı kimse yere getiremez. Handiyse ülkemizde kitap okumayan kalmadı.” türünden düşüncelere kapılmayın. Bir kere, o çok satan kitapların, (yayınevleri ve yazarların ortak günahları boynuna) iddia edildiği kadar çok sattığı falan yok.
Çok satmak ve edebi değer
Hem diyelim ki iddia edildiğince çok satıyorlar; onca satan kitapların edebiyat değeri hangi kıratta acaba? Dahası, düşünmüyor musunuz, ülkemizde ne oldu da insanlar birden bunca okumaya başladılar! Demek ki işin içinde iş var.
Öbür öbeğe, (yani bir biçimiyle yayınevleri ve yazarların çok satmalarıyla bir kazancı olanlara ya da tümüne) haksızlık etmeyelim ama gözü çok satmakta olanlara göreyse bir eser ne kadar fazla okunursa o kadar iyi değil midir?
Hem bir yazar niçin yazar ki? Madem ki yazmak, yankı bulmak anlamına gelmekte, o hâlde bir kitabın çok satmasından niye gocunalım! Hem yıllardır ülkemizde insanlar kitap okumuyor diye yakınmıyor muyduk? Bu yakınmalarımızı geçersiz kılan şu üç-beş yazarı kutlayacağımıza, niye kötü bir iş yapmışlar gibi onlardan hesap sorma tavrı içindeyiz ki!
Bu durum, hem yıllardır okumayan insanımızın şeytanın bacağını kırması, hem de edebiyatımızın bir azınlık uğraşısı olmaktan çıkması anlamına gelmiyor mu? Böyle olduğu için de iki kere sevineceğimize, ne diye kalkıp hem çok satmayı başaran yazarı, hem de okuma tembelliğini kıran okuru küçümsüyoruz ki! Tersine, bu beklenmedik gelişmeden dolayı hem çok satan yazarlarımızın alnından öpmeliyiz, hem de bu pahalılıkta kitap okumaya yönelen değerbilir insanımızın.
Sahte okur, sahte roman
Aslında ilkin şunu teslim etmek gerek: burada özetlediğimiz denli basit ve çözümü hazır bir sorun değil bu. Öyle bir eser kaleme alacaksınız ki, hem sıradan okurun bile ilgisini çekecek denli sıcak ama sığ öğeler barındıracak, hem de işin erbapları tarafından, eleştirmenler ve edebiyat uzmanları tarafından kaale alınacaksınız. Yalnızca ülkemizde değil, tüm dünyada, yazar olmak demek, neredeyse bu iki ana yol ağzında, ta en başından yönünü belirlemiş olmak demek. Çünkü edebiyat tarihi bize, bugün adı karşısında saygıyla eğilinen birçok yazarın; yaşarken, yalnızca yaşarken mi, ölümünün üzerinden uzun bir süre geçmedikçe uzman edebiyatçılar tarafından bile eserinden haberdar olunamadığını göstermekte.
Bunun böyle olmasında, biraz edebiyat eleştirmenlerinin kabahati var elbet. Ne ki bu durumun asıl nedeni, kimi yaratıcı ve öncü yazarların, çağını aşan kavrama kudretlerini dizginleyememesi. Dahası, zamanını aşan kimi öncü hamlelerin, yazarın çağdaşları okurlar tarafından şıppadanak kavranılmasını beklemek, okura da haksızlık olur, öncü yazara da.
Özellikle uçbeyi benzetmesiyle bezenilen bu tür yazarlar, çağdaşları eleştirmenlerce ayırt edilip kamunun dikkatine sunulmazsa bütünüyle yok olabilir bile; ya bir daha kalemi eline almama biçiminde bir yok oluştur bu ya da birkaç deneme sonrasında bıkma ve kendi kabuğuna çekilip başka tür çalışmaların içine girme tarzında.
İşe bu açıdan bakıldığında şu sonuca (‘soruya’ niçin demedim?) ulaşmamak olanaksız: Türkiye’de son yıllarda kimi ürünlerin, özellikle de romanların çok satmasının nedeni, bu yeni romancıların, kendilerinden önceki yazarların yapamadığını yapması ve edebiyat ilkelerinden taviz vermeden okura bir biçimiyle ulaşmanın sırrına ermiş olması mıdır?
Belki sorunun ilk öğesine girecek bir-iki yazarın varlığını inkâr etmemek gerekir ama sorunu asıl karşılığı, ikinci öğede gizli değil mi? Sakın, başta roman olmak üzere kimi yazarların şiir kitaplarının, denemelerinin, oyunlarının, kısaca, o mübarek ellerini nereye değdirseler o türdeki ürünlerinin çok satmasının nedeni, edebiyatın dışında başka etmenlere yaslanmış olmasın? Ne gibi mi? Örneğin, bu desteği alamayanların dillendirdikleri şu medya pohpohlaması… Evet, bir eseri, edebiyat olmadığı halde, bir süreliğine basın çok sattırabilir; ne ki dikkat edelim, bir süreliğine. O yapay destek kalkınca o kitabın kaderi ne olur dersiniz? Fos! Evet, koca bir fos.
Bu sonucu görmek için uzağa gitmeye gerek yok; şöyle üç-beş yıl önce adından bolca söz ettiren yazarlara ve ürünlerine bir bakınız; kaçı hatırlarda onların? Değil mi ya?
Demek ki sahiden de işin rengi başka. Edebiyat dediğiniz, basını arkasına aldığında bile anca birkaç sahte arpa boyu yol alabilir; sonrası karanlık. Ama biz biliyoruz ki kimi yazarlar ve eserleri, hiç de edebiyattan pay almadıkları halde hâlâ gündemde kalmayı başarıyorlar. İyi de bunu nasıl açıklayacağız?
İşte bu durumu, yeni okur tipiyle açıklayacağız.
Okur ve kuru hayran
Kimdir bu yeni okur tipi? Bunu açıklığa kavuşturduğumuzda sahici bir adım attık demektir.
En başta şunu belirtelim: bu yeni okur tipi, öyle sanıldığı gibi ‘muasır medeniyet seviyesi’ ne ulaşmış biri değil. Tersine, aldığı eğitimin katkısıyla böylesi bir seviyeden haberlidir ama bırakın o seviyeye ulaşmayı, yanına-yakınına bile ulaşmış değildir. Ne ki bu tipe haksızlık etmeyelim, onun da yakınlaştığı bir yer, bir seviye var: Groupy.
Açalım: Şu çağın müziği diye adlandırılan rock grupları var ya; işte onların da hayranları var. Groupy bu hayranlara takılan ad değil ama. Daha özel biri groupy. Bir müzik grubunun çaldığı müzikten de, dahası rock’tan da pek bir şey anlamaz bu tip. Ama bellediği bir grup vardır; sürekli onu dinler. O grubun hiçbir konserini kaçırmaz örneğin. Dahası grup elemanlarından biriyle beraber olmak, ne bileyim, onlardan biriyle birlikte bir masanın etrafında oturmak, yemek yemek, daha kötüsü, başka birçok halt etmek, bu tipin yaşama ereğidir sanki.
Bilmem anlatabildim mi şu groupy tipini. Son bir ipucuyla, sanırım sorunun önemli bir bölümünü hâlletmiş olacağız: çoğunlukla kadınlardan oluşur groupy’ler.
İşte Türk romanının yeni okur tipi, tam da bu: groupy. Tıpkı onun gibi edebiyatın öteki türleriyle ya da değerleriyle bir alıp veremediği yoktur bu okurun; daha acısı, bir, bilemediniz iki yazardan başkasını da önemsemez. Pek okumaz diğerlerini; varsa yoksa o bir-iki yazar.
Bu tipi iyice kavramak için başka bir ayrıma daha başvurabiliriz: Entelektüel ve entel ayrımına.
Kimdir entel? Çoğun Batı kültürünü yalapşap yalamış, okuduklarını bile sıkıcasına kavramamış, bu kavramanın çilesini çekmemiş, böylesi ağır bir çile altına girmektense birkaç isim, tarih ve kavram bellemiş, üstelik bütün bir ömür bunlarla yetinmiş insan tipi. Bu son insan tipini daha bir kavrayabilmek için gazeteci tipini de kafanızda canlandırsanız, hata etmiş olmazsınız. İşte yeni okur tipi bu. İyisi mi, burada bırakalım bu tipi. Bu kadar zavallı bir tipin üzerine gitmek kime ne kazandırır ki; yayıncıdan ve onun güdümündeki yazardan başka.
Okur ve müşteri
Gelelim konumuza.
Dilerseniz önce sorunu şu çok satma kılçığından tutalım. Belki de konunun bu tarafını aydınlığa kavuşturduğumuzda, sorunun öbür yönlerine de kimi ışıklar sıçratmış oluruz.
İlkin bir itiraf: bütün yazarların çok satmayı reddedeceklerini sanmak için yazar filân olmaya gerek yok. En hafifinden yazmak, kendine başka türlü bir muhatap aramak sayılması gerektiğine göre, kim seslendiklerinin, dolayısıyla kendisini potansiyel olarak anlayacakların çokluğundan yakınabilir ki. Demek ki sorun, okuru çoklukta aramakta değil, bu çokluğun niteliğinde.
Hangi tür bir okur kalabalığını seçmeli bir yazar? Biricik niteliği kendisini önemseyen kitlelerini mi hedef okur olarak bellemeli, yoksa kendisinin de önemseyeceği insanları mı? Çünkü her yazar, ayırdında olmadığında ve düzayak böyle ifadelendirmediğinde bile bilir ki insan, önemsedikleri denli önemlidir. Öyle gereksiz şeylere şaşan yazarlara, olur olmaz kişilere önem yükleyen kalemlere bir bakın; orada yeterince geliştirilmemiş bir ruh, iyi terbiye edilmemiş bir zevk ve ele aldığı konuların dış kabuğunda kalmaya mahkûm bir zihin göreceksiniz.
Öyleyse bir yazarın çok satmasında, dahası çok satmayı dilemesinde aramamalı sorunu. Kötümser açıdan, yani deneyim sahibi olmuş iyimser gözüyle bakacak olursak, şuna dikkat etmeliyiz: Yazar, çok satmak için neleri feda etmiş? Hangi edebiyat öğelerini bir tarafa bırakarak çok satma denilen o konuma yükselebilmiş?
Moda, edebiyat ve edebiyatta moda
Edebiyatın kuram yönünü, bilemediğimiz tekniğini biraz kurcalamış olanlar bilir ki, sıradan bir okuru bir romanda ilgilendiren, ne yazık ki onun edebiyat nitelikleri olmaz. Sıradan okur için ilginç olan, romandaki entrikaların zenginliği ve onu şaşırtması. Bu tür okuru avlamanın yolu da çok kolaydır; onun ilgincine gidecek böylesi entrika dolu olaylarla örülü romanlar yazmak. Ne ki bu, bir edebiyat okuru bulmak değil, olsa olsa müşteri bulmak demek.
Hem daha önemlisi, bir eseri büyük kılan çok satması mıdır?
İşte tam bu konuda mükemmel bir örneğimiz var: Peyami Safa.
Peyami Safa hakkında belki de ilk yapılmış etüd niteliğindeki Cahit Sıtkı’nın 1940 tarihli “Peyami Safa Hayatı ve Eserleri” adlı çalışmasına, imlâsına dokunmadan kulak verelim: “Bugün Valery’nin Gide kadar kalp kazanmamasının, en hayran kariile kendisi arasında daima aşılmaz bir mesafe kalmasının sebeplerini, bu iki san’atkâr arasında belki de birincisinin lehine çıkabilecek bir kıymet mukayesesinden evvel, hayat ile san’atı birbirlerinden ayırmamalarında aramalıdır. Ve yine dikkat edilirse, ayakta kalan eserler, hep hayatla yoğurulmuş eserlerdir.” Tam da böyle olduğu içindir ki, örneğin Semih Lütfi’nin Ucuz Romanlar Serisi’nden çıkan “Korkuyorum” ve “Alnımın Kara Yazısı” adlı kitaplar, çıkar çıkmaz ikinci baskılarını yaptıkları hâlde, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu” adlı Türk romanının şaheseri kitap, ikinci basımı için çeyrek yüzyıl bekleyecektir.
Bülbülün eti ve sesi
“İlk iki kitabın yazarı Server Bedi, ikincisinin yazarı Peyami Safa olduğuna göre, bu iki tür roman arasında ne gibi bir bağ var?” diye soracak olanlara hatırlatmaya değer mi bilmem: Üstad, ister para kazanmak, ister okurdan hak ettiği ilgiyi çekmek için diyelim, kitaplarını böyle ana iki sınıfa ayırırdı da, ondan andım bu örneği.
Şimdi de Peyami Safa için böyle buyuran Cahit Sıtkı’nın o tarihten 6 yıl önce Gündüz adlı dergide 15 Kasım tarihli “Zamanımızın Hatası” başlıklı yazısında sahici sanat üzerine söylediklerini dinleyelim: “Sanat eserinin Olympe’in tepesinden arnavut kaldırımlarına yuvarlanışına, itiraf etmeli ki, halktan ziyade kötü sanatkâr, onu sucu beygiri, amele kamyonu, top arabası hizasına indirerek gündelik şöhreti yolunda istismar eden, Homer’lerin, Dante’lerin Goethe’lerin hatırası karşısında yüzümüzü kızartan sanatkâr bozuntusu, piç sanatkâr sebebiyet vermiştir; yakasına yapışmamız gereken suçlu odur. Onun sanata bu hıyaneti, aramızda bülbülün etini sesine tercih edenlerin sayısını arttırıyor.”
Ve Server Bedi
Doğrusunu isterseniz, şu çok satmak ve edebiyat değeri konusunda kopartılan fırtına bütünüyle gereksiz. Niye mi? Yıllar önce bu sorun çözüme kavuşturulmuş da ondan; hem de bu topraklarda.
Eskiden Bâbıali Yokuşu denilen şimdinin Ankara Caddesi’nin, her kalem erbabı için sık sık görülmeden durulamayan podyum niteliğin koruduğu dönemler… Nice kalem erbabı ya da kendini böyle sanan ve başkalarının da öyle sanması için elinden geleni ardına koymayan onca kişinin at koşturduğu yokuş… Sık sık bu yokuştan inerken veya arabaların bile zorlanarak tırmandığı bu yokuşu çıkarken, birçok ünlü isme rastlamanın muhtemel olduğu dönemler… İşte bu yokuşta, Türk Edebiyatı’nın (hâlâ) en büyük romancısı Peyami Safa’ya bir tanıdığı rastlar ve şu beylik soruyu sorar:
– Oo, üstad, nasılsınız? Ne var, ne yok?
Cevap hem beylik değildir, hem de ta en baştan beri üzerinde kafa yorduğumuz işin sırrını saklar niteliktedir:
– Teşekkür ederim, Server Bedi’nin sırtından geçinip gidiyoruz işte.
Başka söze gerek kaldı mı?