Bosna’da en büyük facialar 1992’de savaşın başladığı ilk zamanlarda yaşandı. Ne yazık ki bu facialar Srebrenitsa katliamına kadar artarak devam etti. Türkiye, Bosna’da yaşanan katliama seyirci kalmasa da ne yapacağını bilememenin verdiği çaresizliği yaşadı. Çünkü iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle ortaya çıkan yeni durumu kavrayacak ve ona göre bir yol haritası belirleyecek bilgi birikimine ve bakış açısına sahip insan son derece sınırlıydı. Zaman içinde ne Balkanlar ne Kafkasya ne de Türkistan hakkında yeterli bilgi üretilmişti. Bu durum Kuzey Afrika ve Arap coğrafyası için de geçerliydi. Coğrafyasına yabancılaşmış siyasetçi, bürokrat (sivil ve asker) ve aydın zümresinden başka bir şey beklemek de doğru değildi. Fakat yeni dönemde Türkiye birçok alanda farklı bir politika takip edebilir, en azından coğrafyasına yabancı kalmayabilirdi. Ülke olarak riskleri üstümüze almakta çekingen politikalar takip etmek çok yanlış olmayabilirdi, ama bilgi üretiminde yeni bir bakışın kimseye zararı yoktu. Nitekim bu dönemde birçok kimse bu açılımı gerçekleştirmek yönünde gayret gösteriyor ve üretimde bulunuyordu.
90’ların başında ortaya çıkan yeni durumla ilgili olarak “biz bu yeni döneme hazırlıksız yakalandık” cümlesi çokça söylendi. Bu cümlenin bir operasyon cümlesi olduğunu her ortamda dile getirmiş olsak da süreci değiştirmek mümkün olmadı. Atılması imkân dâhilinde olan birçok adım çeşitli bahanelerle engellendi. Bugün FETÖ şeklinde tescillenen Fetullahçıların iki kutuplu dünyanın çözülmesiyle ortaya çıkan yeni durum için hazırlandığı daha 1991 I. Körfez Savaşı’nda anlaşılmıştı. FETÖ elebaşının “Ben her gece İsrailli çocuklar için gözyaşı döküyorum” cümlesi, yeni dönemin adayları hakkında çok ciddi fikirler veriyordu. Dolayısıyla “hazırlıksız yakalanma” operasyonu aslında bütün Türkiye’nin elini kolunu bağlayıp FETÖ’ye yol vermeyi amaçlıyordu. Nitekim o dönemde İslamcıların Bosna hassasiyeti, FETÖ ve Batı güdümlü unsurlar tarafından takip altına alınmıştı. Bosna Savaşı bittikten sonra ise Fetullahçılar, Balkanlara örgüt olarak yerleştiler. Onlar gerek Bosna’da ve gerek bütün coğrafyada Batı adına hareket ediyor ve Türkiye’nin olası Balkan açılımlarını akamete uğratacak oluşumlara alan açıyorlardı. Belirttiğim gibi bu durumu daha o zamanlarda görmek mümkündü.
90’lardan önce ve sonra Türkiye’de hâkim olan zümreler, bilgi üretimini engelleyen bir siyaset takip etmeyi vazgeçilmez bir ilke şeklinde benimsediler. Galiba bütün güçleri de buradan geliyordu. FETÖ de gerçek gücünü bilgi üretimini engelleyen siyasete borçludur. Nasıl olsa İngilizce üretilen bir bilgi vardı. Balkanlara ve İslam coğrafyasına egemen olması istenen bakış açısı her zaman aynı merkezlerde üretilmeliydi. Onların yetiştirdiği ve onlarla birlikte hareket etmeyi ahlak hâline getirmiş kimseler öne çıkarılmalıydı. Öyle de oldu. Burası Frantz Fanon’un Siyah Deri Beyaz Maskeler adlı kitabını anmanın tam yeridir.
15 Temmuz, birçok alanda büyük değişimlerin önünü açmış olmalı. Eğer büyük bir mücadele dönemine girildiyse artık eski alışkanlıkları terk etmenin zamanı gelmiş demektir. Doksanların başında olduğu gibi “geç kaldık” aldatmacasına saplanıp kalmak doğru değildir. Coğrafyamız için bilgi üretiminin çok önemli olduğunu kabul etmek ve bu doğrultuda tercihlerde bulunmak zorundayız. Bu, Bosna ve Balkanlar için geçerli olduğu gibi Kafkaslar ve Türkistan için de geçerlidir. Çünkü bilgi üretimi bize ait bakış açısının ortaya çıkmasını sağlayacaktır.
28 Şubat süreci en büyük darbeyi 1970’ler ve 80’lerde ciddi bir olgunluk dönemi yaşayan İmam Hatip liselerine vurdu. Bu zihniyet bir günde oluşmadı. 28 Şubat döneminde Batı yanlısı kişi ve kurumlar ile FETÖ arasında işbirliği vardı. Bu, daha sonraki gelişmelerle de kanıtlandı. İmam Hatip liselerini kapanma aşamasına getirmekle FETÖ’nün önü açıldı. O süreç Türkiye’ye tarihinin en karanlık günlerini yaşattı. Yaşanılan zihniyet dönüşümünün meydana getirdiği hasar ise kim bilir kaç yılda giderilir. FETÖ elemanları Balkanlarda, Bosna’da, Kafkaslar ve Türkistan’da cirit atıyor. Aynı dönüşümü ve hasarı bu geniş coğrafyada yaşadığımız bir gerçektir.
1970’ler ve 80’lerdeki kimliği ile İmam Hatip liselerinin benzerleri yakın coğrafyamızda önemli işler başaracaktır. Çünkü o dönemlerde anılan okullar dinî bilgi, bilgi, dünyaya açılma, tartışma, vatan, coğrafya, kendini yetiştirme vs. gibi hasletleri öne çıkarıyordu. Aynı kurumun bugünkü hâliyle böylesine önemli bir vazifeyi ifa edebileceği ise şüphelidir. Açık söylemek gerekirse cemaatçilik kimliği, kuşatıcı bir coğrafya bilincinden uzaklaşmayı beraberinde getirir. Kısa vadeli faydalar ve zamanın zaruretleri, birtakım tercihleri zorunlu hâle getirebilir. Fakat bu tercihler uzun vadede büyük kayıplara yol açacaktır. Geçmiş, bu kayıplarla ağzına kadar doludur.
Türkiye, FETÖ ve onlar tarafından meydana getirilen zihniyet biçimi ile mücadele hususuna gerekli önemi vermedi. Bu durumun bugün de geçerli olduğunu söylemek abartılı bir yaklaşım değildir. Devletin adlî ve güvenlik birimleri vasıtasıyla verdiği mücadeleyi takdir etmemek mümkün değil. Fakat esasen elli yılda oluşan bir zihniyet dönüşümünü bu kurumların faaliyetleri ile sınırlı tutarsak başarıya ulaşmak ve coğrafyamızın karşılaşacağı muhtemel tehlikeleri bertaraf etmek kolay olmayacaktır. Esas amacı yakın ve uzak coğrafyalarda bayrağı yükseltmek olan kurumların, bu bağlamda güven verdiğini söylemek oldukça zordur.