Çiçero: Bir Nevi Yerli Top Gun

Film 1918’de Priştine’de başlıyor. Sırplar bir Arnavut köyünü basmış, yağmalamış ve herkesi kurşuna dizmiştir. Bir tek çocuk yaştaki Elyesa bu katliamdan sağ kurtulabilmiştir. Ne ki Sırp milisleri down sendromlu kardeşi Ali’yi zevk için öldürmüşlerdir. O da soluğu birçokları gibi Türkiye’de alır ve bir şekilde Ankara’daki İngiliz Büyükelçiliği’nde özel uşak sıfatıyla çalışmanın yolunu bulur. Çok geçmeden elçilikte öğrendiklerini Almanlar’a satmaya başlar. Bu arada Alman Büyükelçiliği’nde çalışan bir sekretere de abayı yakmıştır.
Ondan sonra gelsin olaylar, gitsin entrikalar filân.
Bırakalım yiğidi, kahpeyi bile öldürürken hakkını yememek lâzım ya. O yüzden peşinen söyleyeyim, Çiçero adlı film, aslında başarılı bir film. Ama dikkatinizi çekerim, iyi demedim. Gizli ve açık gayesi ne ise onu elde edecek yeterlilikte bir iş var karşımızda.

Filmin Dili ve Ortak Dil
Çok para harcanarak ve herkesin işini eli-yüzü düzgün kotararak yürütülen yapım, kendinden çok sözettirmeye aday. Hem mevzuuyla ve bu mevzuunu anlatımına dair tercihiyle, hem de gişe performansıyla.
Filmin dil ve anlatımına dair iki çift lâf etmek, bana göre ayıp. Ayıp çünkü bir insanı da, işini de iddiasının zıddıyla yargılamaya kalkmak büyük haksızlık. Demem o ki filmin hikâyesini anlatırken, hikâyesini en eblehin bile anlayacağı tarzda anlatabilmekten maada bir gayesi yok ki filmi sinematik açıdan mütalâa edelim. Yaklaşık yüz yıl önce Hollywood’da keşfedilmiş sömürü sinemasının bütün trüklerine riayet etmeye gayret eden bir film, bu gayretinin hakkını verdiği için takdir mi edilmeli yoksa tekdir mi? Eğer sinema sizin için para-eğlence bağlamında bir ilişkiden ibaretse takdir etmemeniz büyük haksızlık. Tersi durumundaysa, bütün dünyanın yıllardır yapageldiğini içeride de birileri nihayet başardı diye niye zil takıp oynamamızı beklesinler ki!

Kurgu ile Gerçeklik İlişkisi
Belki de o yüzden filmin bu yönleri değil de, hikâyesinin gerçeğe uygunluğu daha fazla tartışılmakta.
Mümtaz Türk aydınının sarsılmaz bir itikadı var: Gördüğü her filmde veya dizide anlatılan hem tarihi olayların, hem de o olayları yaşayan karakterlerin gerçekliğini sorgulamadan edemez.
Nereden geliyor bu kavi inanç? Sahiden anlamak da zor, anlatmak da. İyi ama ne bileyim, okuduğu yahut izlediği haberlerin gerçekliğinden zerre şüphe etmeyen bir zihin, nasıl oluyor da sözkonusu tarihse birden adalet kılıcını kuşanma ihtiyacı hissediyor? Hâlbuki yalnızca konulu anlatılarda değil, bize gerçeğin ta kendisini takdim etme iddiasındaki belgesellerde bile biz gerçeğin ta kendisine değil, en iyi ihtimalle kurgulanmış gerçeklere muhatap kılınırız. Görüntülü anlatımın özü böyle: Anlatıcı, gerçeğin dilediği kısmını, amaçladığı etkiyi uyandırmak kasdıyla ve yeni bir ifadeyle inşa eder.
Ve hatta bilumum görselin özü.
O yüzden “Çiçero adlı filmde hikâyesi anlatılan İlyas Bazna, bırakalım bir kahramanı, aslında garibanın biriydi.” veya “Filân olayın aslı öyle, değil böyleydi.” türünden yaklaşımlar abesle iştigal. Film ekibinin tarihi gerçeklikle ilgili hiçbir kaygı taşımadığı (Umarım taşıması gerekmediğini yeterince ifade edebilmişimdir.) kahramanın adını Elyesa gibi günümüz Türkiyesi için yabancı bir isim durduğu zehabıyla İlyas’la değiştirmesinden de anlaşılabilmekte. Öte yandan, film başka, tarihi gerçek başka ama yine de insan, eskilerin ifadesiyle Alman Harbi esnasında savaşan ülkelerin beherinden çok daha sefil şartlarda yaşamaya mahkûm bırakıldığı, üstelik ahalinin varlık içerisinde yokluk çektirildiği İnönü Türkiyesi’nin ne diye böyle şatafatlı bir biçimde resmedildiğini sorgulamadan edemiyor. Çünkü bir kurgu anlatısı, doğası gereği kendi gerçekliğini dayatır. Ama muhatabının gerçeklik duygusunu zedelemeden.
Unutmamak gerekir ki pirenin deveyi hunharca ezdiği bir diyardayız; hakikatin görsel anlatıyla ademe mahkûm edilebildiği yegâne savaş meydanında.

‘İşçisin Sen, İşçi Kal’
Senaryo, yönetim, yapım, oyunculuk… Ve hatta müzik. Bu çeşit sinema anlayışının gereklerine riayet bakımından herkes işinin hakkını vermeye çalışmış.
Yine de “Yıllar önce kurtarılamayan down sendromlu Ali yerine yıllar sonra başka downlıların kurtarılması gibi bayat trüklere ihtiyaç var mıydı?” diye sormadan edemiyor insan. Yahut “Savaşta kazanan olmuyor.” gibi bir cümleyi merkeze alırken yüz yıl önce kaybettiklerimizi nasıl açıklayacağımızı da… Üstelik çevremizde çeyrek asırdır devam eden savaşlardaki kazanan-kaybeden hesabı bu katar berrakken…
Demek ki sıradan bir gişe filmi, böyle büyük lâflara başvurarak öyle değilmiş gibi davranmamalı.
Filmdeki Nazizm üzerinden Alman nefretini anlamak da mümkün değil.
Ve örtük İngiliz muhabbetini. Üstelik İngilizler’den nefret ettiği için öğrendiklerini Almanlar’a aktaran İlyas Bazna karakterine rağmen böyle bu. “Almanlar’a sattığı üzerinde oynanmış belgelerle savaşın kaderini değiştiren Türk casusu” türünden meseleleri zaten erbabına, yani sanal âlemdeki üç-beş takipçisi için çiğnemeyecek kutsal bırakmayanlara havale etmek en doğrusu.
Öyle ya, gerçeğe uyma zorunluluğu başka, gerçeğin ırzına geçmeme haysiyeti daha başka.
Bir de şu husus var: Zaten yegâne mahareti gişede yüksek hasılat elde etmek durumundaki bu tür filmlerin, yeterince kâr etmiyorlarmış gibi bir de bakanlık tarafından madden destekleneceğini şimdiden ifade etmek kehanet sayılmaz. Beni endişelendiren, bu göldeki bereketi keşfeden ve gece gündüz dinamit atarak balık avlayanların artması değil. İşin burası kaçınılmaz. Şimdiden üzüntüye garkolduğum husus, yakın gelecekte sayısı hızla artmasını beklediğim bu film örneklerinin Oscar ve benzeri yarışmalara ve festivallere Türk filmi adıyla gönderildiğinde yaşayacağımız utanç.
Tabii ancak bir kısmamızın.

Top Gun Etkisi

Çiçero adlı filmle Serdar Akar’ın biraz olsun benzemek için yırtındığı sinema anlayışının en bilindik örneklerinden biri Top Gun. Tony Scoot’ın yönettiği 1986 tarihli film, gösterime girer girmez bütün dünyada kelimenin tam manâsıyla ortalığı kasıp kavurdu ve zamanla bir fenomene dönüştü. Amerikan Hava Kuvvetleri’ni bırakalım yeri, göğe de sığdıramayan kısmen örtülü bir propaganda filmiydi aslında Top Gun. Film ülkesinde çok geçmeden nice gencin Amerikan Hava Kuvvetleri’ne yazılmak için sıraya girmesini sağladı; yurtdışındaysa “yıkılmaz Amerika” imgesini pekiştirdi. Bizim ülkemizdeki gizli veya aleni Amerikanperverliğin köşe taşlarından biridir Top Gun. Belli ki Çiçero adlı film de benzeri gayelerle kotarılmış. En azından benzeri bir sonuç hedeflenmiş. Top Gun’da gaye hava kuvvetleri iken Çiçero’da kör gözün parmağına işaret edilen kurum MİT. Hani Top Gun ülkemizde gösterime girdiğinde henüz gençliğinin baharındaki muhafazakârların nefretle andıkları, şimdilerde çocuklarını sokmak için birbiriyle yarıştıkları o kurum. Bakalım ‘yerli’ ama gayrimilli Top Gun’ımız gişedeki başarısını gizli gayesinde de gösterebilecek mi?