Suburbicon adlı kasaba, manzarasıyla, bir örnek tek katlı ve bahçeli evleriyle, düzgün ve plânlı yollarıyla, tatlı bir meyle sahip ovayı andıran zeminiyle cennetten kesilmiş bir dilimi andırmaktadır. Kendisine yetecek kadar çalışan, gününü gün eden, hayattan kâm almaya gelmiş bireylerden müteşekkil Amerika’nın tipik orta sınıfı sayılabilecek halkıyla âdeta bir yeryüzü cenneti… Eski Yunan site devletlerinden tutun da vaad edilmiş topraklar inancına, Thomas More’un Utopia’sından Farabi’nin Medinetü’l Fazıla’sına, hatta Saint Simon’dan tutun Marx’a kadar, dahası onun da ötesindeki komüniteryen, idealleştirilmiş ve gerçekleştirilmeyi bekleyen farklı dünya cennetleri fikrinin yaşanan örneği. Sosyalizmin hayali, kapitalizmin hakikati…
Kendine ait itfaiyesi, okulları ve polis birimleri var kasabanın. Denenmiş, başarılmış, tutmuş; örnek gösterilecek bir yer. Çevresiyle, insanıyla, insanlar arası ilişkileriyle ve düzeniyle mükemmel bir belde. Kısaca tasavvurun tezahürü…
Bu yeryüzü cenneti soğuk savaş yıllarında, 1950’lerde kurulmuş. Televizyon henüz siyah-beyaz; kumandalar uzaylı lâzer tabancasını andırıyor. Kasaba, sokaklar, bahçeler, nizam-intizam ne kadar düzgünse insanlar da öyle; dışyüz açısından elbette. Mutfaklar, oturma odaları dekorasyon dergilerinden fırlamış sanki; kılık-kıyafetler de moda dergilerinden. Dıştan bakınca kusursuz bir yer yani. Her faninin yaşamak isteyeceği bir yer; yaşamak ve ölmek.
İnsan Varsa…
İnsanların kendi elcağızlarıyla kurduğu bu mükemmel Cennet dilimi, acaba göründüğü kadar ihtişam saçan bir ferahlık diyarı mı? Elbette hayır! Çünkü bu Cennet parçasının üzerinde esfeli mahlûkat yaşıyor. İnsan yani. Hani şu bil kuvve eşrefi mahlûkat hüviyetiyle yaratılmış varlık.
İnsan varsa yalan vardır; hile vardır. Aldatmaca, kandırmaca, hırs, kıskançlık, kötülük, şiddet, zulüm ve gözyaşı vardır. Bunların hepsi ve daha fazlası Suburbicon’da da var. Hem de tavşandan şapka çıkartacak nice hilelerle.
Hikâyemiz ilk ânda sanki hiçbir sürpriz barındırmayan tipik bir Hollywood işi: Bir trafik kazasında sakatlandığı için tekerlekli sandalyeye mahkûm karısı, 9-10 yaşlarındaki oğlu ve ev işlerinde karısına yardım eden baldızıyla birlikte yaşayan; işinde başarılı, kendinden emin, tipik bir Amerikan erkeği durumundaki Gardner Lodge’un ve ailesinin bu kendi hâlindeki huzurlu yaşantısına bir gece iki yabancı çomak sokar. İki bitirim, hırsızlık amacıyla evlerine girer, evdekileri kloroformla bayıltıp etkisiz hâle getirdikten sonra yüklü miktarda para çalıp sırra kadem basar. Sakat kadın, bu haneye tecavüz saldırısına dayanamadığı için ölür. Aile toparlanana kadar baldız evde kalmaya karar verir. Ailenin son bireyiyse yakınlarda bir kasabada yaşayan, Lodge’un inancına mesafeli ama yeğenini seven şişman ve çocuksu dayı.
Tutkular ve Çöküş Zemini
Uzun uzun anlatılası bu dış yüz nefasetini teşekkül ettiren parçacıklara, meselâ o parçacıklardan biri durumundaki bir aileye nispeten yakından baktıkça cennet tasvirinin yerini cehennemi bir karanlığa bıraktığı görülüyor hemencecik. Çünkü belki de hiçbir güzel manzara, hiçbir şehir tasarımı, hiçbir mükemmel dekorasyon, insanın içindeki gizli tutkuların dışarıya taşmasını bütünüyle engelleyemez. Açgözlü, tamahkâr, bencil, kıskanç, rekabetçi, narsist, haz düşkünü, doyumsuz zevklerin tutkunu varlığı görmeye başlıyoruz çünkü yakınlaştıkça.
Suburbucon’da da öyle. Hikâye ilerledikçe sigortadan para sızdırmak için kurulmuş bir tuzağın, nasıl da adım adım tuzak sahibini kendi çukuruna çektiğine şahitlik ediyoruz. Sadece onun mu? Değil elbette. Neredeyse filmdeki herkesin, yani bütün Suburbiconlular’ın kendi çıkarları adına nasıl da sefilleşebildiklerine tanıklık ederiz.
Bu tanıklıkların en kuşkusuzlarından birini, kasabaya yeni taşınan zenci bir aileye asil beyazların gösterdikleri saldırgan tavırda açıkça gözlemleriz. İlkin komşuları, ardından market sahibi, zenci aileye cephe alır. Hatta nihayetinde bütün kasaba ahalisi, gece-gündüz zenci ailesinin evinde nöbetleşe gösteri yapar, gürültü eder, huzursuzluk çıkarır.
Ve film böylelikle bir yandan beyazların ırkçı tavırlarını resmederken, öte yandan da adım adım yeni şaşırtmacalara gebe ana hikâyesi durumundaki polisiyesine yaslanarak ilerler.
Elbette Coen Biraderler lezzetiyle.
Tipiklik de bir Marifet
Coen Biraderler denilince ne geliyor aklınıza? Fargo?
Kan, vahşet, cinayet; Amerikan esprisi tarzında soğuk bir mizah anlayışıyla kotarılmış ironik göndermeler, kazılan kuyu ve içine düşülüp bir türlü çıkılamayan, çabaladıkça bataklık gibi içine çekilen kurnazlıklar ve sonuçta küçük burjuvanın kendi kendisini imha eden zekâsının sınırlarında gezinmeler…
Böyle özetleyince aynı zamanda bir macera filminden, sıradan bir polisiyeden, hatta bir avantürden söz ediyoruz sanki. Ama kazın ayağı öyle değil elbette. Coen farkı da burada galiba.
Suburbicon’un marifetlerinden söz ederken sürekli senaristlere atıf yaparken yönetmene haksızlık ediyor muyum?
Hiç kuşku yok, aksiyon ve entrika dolu filmlerin yakışıklı oyuncusu George Clooney, benzeri yollardan gelme Clint Eastwood misali yönetmenliğe doğru yeni bir kariyer çizebilir. Gerçi Eastwood, Gran Torino veya Milyonluk Bebek (Million Dolar Baby) gibi filmlerinde görünürün altındakini şöyle bir yoklamayı denemişti… Ama o kadar. Başarısı, görünürün altındakini gösterebilmekten çok, izleyicisinin hatıralarında saklı kalmış benzeri öğeleri çağrıştırmaktan öteye gidememişti. (Hoş, bu söylediğim de az-buz bir marifet sayılmaz hani.)
Clooney’in Suburbicon adlı filmi, dokunsan petrol fışkırtacak Arabistan çölleri imgesi kadar malzeme barındırıyor bünyesinde ama bunca alt metnin, farklı değerlendirmeye hazır öğenin varlığı, kendisinin yönetmenlik maharetinden çok, Coen Biraderler’e ait senaryonun damarlarında akan kanda mevcuttu doğrusu. Yine de ortaya çıkan yönetmenlik mahareti, bu hâliyle bile kırk yıllık Hollywood yönetmenlerine taş çıkartacak bir zanaat düzeyi tutturabilmiş.
Takdire şayan. Bir filmde birden fazla katman tutturabilmek öyle her babayiğidin harcı mı ki!