Cumhuriyet Türkiyesi handiyse meşhur meçhullerin toplamından ibarettir. Okullarda okutulmasına, fırsat buldukça sık sık zikredilmesine rağmen Çanakkale Savaşı da bu meçhullerden biri… Belki de birincisi. Bu savaşın hakikatini anlayan biri, her şeyi de anlayacağı için mi böyledir bu durum, bilinmez.
Çanakkale Savaşı’nın hakikatinin üzerindeki sis perdesi, üzerinden geçen vakit arttıkça dağılacağına tuhaf bir biçimde artmakta. Savaşın seyri ve niteliğine dair, başta İngiliz kaynakları olmak kaydıyla Alman arşivi de araştırmacıların ilgisine amade iken üstelik.
Bu yazı Çanakkale Savaşı’nın üzerindeki bu sis perdesini aralamak iddiasında değil. Fakat en az meselenin bu tarafı kadar mühim başka bir cephesine ışık tutmak gayesinde. Çanakkale Savaşı’nın günümüze değin ısrarla ihmal edilen (yahut hayasızca abartılan) manevi tarafına yönelik çok önemli ve somut bir kaynağı, yeni yayımlanmış bir kitabı sizinle paylaşmak niyetindeyim.
Vapur Kitap’ın tarih dizisinin ilk ürünü hüviyetiyle bu senenin Mart’ında yayımlanan bir kitap A…h İlla…h. (Bildiğiniz gibi ben ismi celili günümüz şartlarında, Lâtin harfleriyle alenen yazmamayı tercih ederim.) Kitabın alt başlığı: Çanakkale Destanında Savaş İmamları. Kitabın yazarı Alman gazeteci E. Bleeck Schlombach.
Kitap yalnızca cephedeki gözlemleri bakımından değil, yazarın Galata’dan bindiği gemiden itibaren Türkiye ve Türk insanı hakkındaki izlenimleri açısından da değerli. O yüzden de kitabın çevirmeni Rüstem Aslan’a ve bu kitabı karanlıklardan kurtaran Vapur Kitap’ın Genel Yayın Yönetmeni Adnan Özer’e ne kadar teşekkür etsek az. Çünkü Schlombach’ın daha savaş devam ederken 15 Mart 1915 tarihinden başlayarak kaleme aldığı bu hatıratı, A…h il A…h : mit den Siegesfahnen an den Dardanellen und auf Gallipoli adıyla Almanya’da 1916’da yayımlanır ama bizde çoktan unutulup gitmiştir bile. (Tashih yok; iki ismi celilin arasındaki çift l’lerin biri, kitabın orijinal yayınında da yok.)
12 bölümden müteşekkil kitabı Çanakkale Savaşı’nın kısa bir kronolojisi bütünlüyor. Kitap tahminlerin üstünde çizim, gravür, illüstrasyon ve fotoğrafla zenginleştirilmiş. Bu da anlatılanları okurun tahayyülünde canlandırabilmesine belli bir oranda yardım etmekte.
Çanakkale Savaşı bizde basının cepheye girebildiği ilk savaş. Özellikle de Alman gazetecilerin bütün cepheleri didik didik etmeleri dikkat çekici. Schlombach’ın kitabı bütün bu yayınların arasında şu bakımdan sıyrılmakta: Bir insan ve bir gazeteci kimliğiyle aktardığı sıcak gözlemleri ve duygulanımlarını hamasetten uzak gerçek tonunun inandırıcılığı.
Buyrunuz:
“Büyük etkiler büyük tepkiler doğuruyordu. Ellerindeki az malzemeye rağmen maneviyata ve kalbinde zafere olan inanca sahip en küçük Müslümanı bile, Kuzey sularından gelmiş sarışın silâh arkadaşıyla birlikte bu kutsal savaşın içinde omuz omuza mücadeleye sevk ediyordu. ‘Osmanlılar Alemanların arkadaşıdır!’ Bu sözü her küçük Türk askerinin bile bizim için söylediğini sıkça duyduk.” (s. 22).
Schlombach, cepheye bir değil, iki sefer düzenliyor. Önce Gelibolu Cephesi’ndeki savaşın son günlerini gözlemliyor; ardından da İstanbul’a dönüp bir süre orada kaldıktan sonra 3 Haziran’da hareket ettiği Çanakkale Boğazı’ndaki Truva, Seddülbahir, Kirte gibi cephelere gidiyor. Hatta bir ara gazetecilerden müteşekkil kafilesi de düşman saldırısına uğruyor. Bulunduğu kamplar da defalarca bombalanıyor elbette.
Hatırat dönemin Çanakkale’sinin gündelik yaşantısına dair beklenmedik ayrıntılarla dolu. Savaşın en civcivli döneminde bile çarşının dimdik ayakta kaldığı, Osmanlı Bankası’nın şubesinin muntazam bir şekilde işine devam ettiği, yerli Rumların da fiilen savaşa katıldığı gibi ayrıntıları öğrenmek insanı şaşırtıyor.
Buyrunuz bir tanıklık daha: “Tam o sırada güneye doğru ilerleyen düşman uçaklarını görünce kendimizi yere atıp adeta görünmez olduk. Hekim Yüzbaşı Demosthenes’in yaralılara çay servisi yaptığı Kızılay’ı aşağıda bırakarak, yukarı doğru devam ettik. Cesur Anadolu köylülerinin hepsinin durumu, söylediklerine göre ‘çok iyi.’ Bu ülkenin insanı, dehşetli görüntüler ve çetin coğrafi şartlara kolaylıkla uyum göstermiş.” (s. 64).
Son tanıklık:
“[İngilizler] Ellerinde kalan ordu kuvvetlerini biraraya toplayıp pazar günü öğleden sonra Çanakkale Boğazı’nın yan hatlarına en korkunç şekilde saldırdılar. (…) Düşmanın güney hattında attığı bombaların derin ve korkutucu patlama sesleri, tüm savaş alanında yankılanıyordu. Tüm bunlara rağmen zafer kazanamıyor olmaları onları daha da çıldırtıyordu. Saldırılarına aralıksız devam ediyorlardı.
Bizim tarafımızda ise Türk askerleri güneşin azılı yakıcılığına aldırmadan heyecanla, vatan toprağını savunuyordu. En öndeki hatta bulunan Müslüman din görevlisi, askerlere moral vermeye çalışıyordu. Çember sakalının üstünde ateş saçan gözleri ve başındaki yeşil türbanıyla cephedeki askerlere manevi destek olmaya çalışıyordu. Oluyordu da. O da elindeki tespihten güç alıyordu adeta. Cephede çok fazla subay kaybı olduğu için din görevlileri de çatışmalara giriyordu. Birkaç gün önce şehit olmuş bir hocanın toprağa verildiğini duymuştuk. Hz. Muhammed’in mücadeleci ruhu bu sayede burada geziniyor gibiydi. Bu yer cehenneme dönüşse bile. İslâm Peygamberi’nin vaat ettiği cennet, içten yükselen istekle birleşince, bu çocuklar için hayatını ortaya koymak hiç de zor olmuyordu. Güney Grubu Komutanı Alman Paşa’nın askerler arasında dolaşırken ‘Merhaba asker!’ diye çınlayan sesi durmaksızın yankılanıyordu. Askerler de ona ‘A…h ill….h!’ diye sesleniyorlardı cevaben. ” (s. 69-71). (Yukarıdaki cümlede gördüğümüz elbette tipik bir çeviri hatası. Türban değil, sarık denmeliydi.)
Kitap buna benzer paha biçilemez başka tanıklıklar da içermekte. Hatta savaş imamlarından birinin, askerlerin arasında bir fotoğrafı da var.
Aslında din görevlilerinin orduda bizzat görevlendirilmeleri uygulaması hayli eski. Yeniçeri Ocağı’nda ordu imamlarına ‘ağa imamı’, ‘imamı hazreti ağa’ veya ‘ocak imamı’ denirdi. Daha sonraları ise ‘kışla imamı’ da denmeye başlandı. Sözünü ettiğim kitap, işte bu ordu imamlarının bizzat cephedeki hâllerini tasvir etme tanıklığı bakımından mühim.
Yüz yıldır görmediğimiz bu kitaba artık kayıtsız kalınmaması ve duygularımızı okşayan tarih algısı yerine olgulara dayanan gerçekçi bir tarih anlayışının temellerinin atılması umudumuzu muhafaza makamındayız.