Büyümenin kitabı

Sıradan bir insanla öyle olmayanı ayıran temel hususiyeti biz Cumhuriyet nesline sorsanız alacağınız cevap belli: Yetenek! Hâlbuki insan zihninin tertipli ifadesi durumundaki felsefe, bilim veya sanat dallarında temayüz etmiş herhangi bir isme az-biraz dikkatle baktığımızda kolaycana fark ederiz ki o kişiyi sıradanlardan farklı kılan, ona bahşedilmiş öyle çok özel bir keyfiyetten söz etmek kabil değil. Kendi alanlarında işaret edilecek miktarda başarı elde eden kişilerde göreceğimiz asıl hususiyet, istikrar ve gayret; sıradan insanlardaysa göremediğimiz. Bu keyfiyeti gördüğü hâlde görmezden gelmek, başaracak gayreti gösteremeyenlerin ortak mazereti…

Philip Glass’ın otobiyografisi Müziksiz Sözler’i okurken dikkatimi çeken hususlardan ilki yine bu mevzu. Rabbimiz, bazılarımızı öbürlerimizden üstün ve ayrıcalıklı yetilerle mi donatıp gönderiyor yoksa kişi, yeryüzündeki ahvalin ona sunduğu imkânları doğru değerlendirip istikrarlı bir şekilde gayesine ulaşmak için gayret ettiğinde mi başarıya kavuşuyor?

Philip Glass’ın hikâyesi de handiyse herkesin hikâyesi gibi başlıyor: Özenmeyle. (Bu arada, özenme ile özentilik arasında, mağrip ile maşrıktan daha büyük bir fark var.) Eniştesi Henry gibi bir müzisyen olmak arzusunu dile getirdiğinde annesi bu hayale itiraz eder. “Ne yani, ömrün otel odalarında mı geçecek?” Doğru, her başarılı erkeğin arkasında en az bir kadın vardır ama bu, kadının başarılı erkeği her daim destekleyeceği manasına gelmez. Philip Glass’ın hikâyesinde de öyle olmuş. 1937 doğumlu Glass bu kararı ailesine tebliğ ettiğinde henüz 20’sindedir ve kalan hayatını otel odalarında yaşayıp şehirden şehre gezerek ve kendini müziğe adayarak geçirmeye ahdetmiştir. Zekâsına hayranlık besleyen annesinin ikazı genç Philip Morris üzerinde caydırıcı değil, tersine teşvik edici bir etki uyandırır.

Bu arada Philip Glass altı yaşındayken kemana başlamıştır; sekiz yaşındaykense flüte ve piyanoya. Ve 15’inde de bestelemeye. (Yetenek müminlerine duyurulur.) Üstelik müzisyenliği saygınlıkla irtibatlandırmayı tercih etmeyen bir aile içerisinde. Demem o ki Philip Glass’ın adam olma yolundaki ilk imtihanını ailesine karşı vermesi gerekmişti. Galiba ikinci imtihanı, ne yaptığını ve nerede bulunduğunu doğru tespit edebilmesi. New York’ta başvurduğu dâhi müzisyenlerin okulundaki ilk günlerinden itibaren, çaldığı üç enstrümana rağmen besteci olmaya karar vermiştir zaten. Ta Baltimore’dayken… Üç çocuklu bir Yahudi ailesinin en küçük ferdi hüviyetiyle. Babası plâkçı.

Donanmaya katılmış ve yeri geldiğinde kendisini ve ailesini savunmayı becerebilen babasına ayrı bir hayranlık beslemekte; feminizmin ilk bayraktarlarından, üniversitesinin ilk kadın mezunu eğitimci annesine de ayrı… Fakat belli ki kalbinde yatan aslan bir dişi. Galiba handiyse her sanatkâr gibi. Zihinden satranç oynadıkları babaya rağmen üstelik.

Baltimore’un ardından Chicago’daki eğitim dönemi ve peşisıra gelen tonaliteden atonaliteye bütün modern müzisyenlerle hesaplaşma dönemi, kitabın benim için en önemli bölümleri. Yalnızca Aaaron Copland, Charlie Parker, Anito O’Day, Sarah Vaughan, John Coltrane, Miles Davis, Art Blakey, Thelonius Monk, Ornette Coleman, Alban Berg, Arnold Schoenberg, Anton Webern, Gustav Mahler, John Cage gibi hem caz hem de klâsik ve modern sanat müziğinin duayenlerine dair kayıtlar içermiyor kitap; aynı zamanda Vittorio De Sica, Ingmar, Bergman, Jean-Luc Godard, François Truffaut ve Jean Cocteau gibi sinema ustalarından da kimileyin tanıklıklar barındırıyor, kimileyin de izlenimler. Allan Ginsberg başta olmak kaydıyla ünlü-ünsüz birçok edebiyatçı da yer bulmakta kitapta. Dönemin önemli ressamlarından da. Aynı zamanda da genç bir zihnin kendini keşfi, kendine mahsus sesini arayışının ibretengiz macerası… Erbabına ibretengiz tabii ki.

Daha nice ayrıntı var kitapta:

78’lik plâkları kırarak fazla para kazanmak işi…

Çocukken babasının akşam yemeğinden sonra çaldığı pâkları gizli gizli dinleyip yeni müziğe dair eşsiz bir birikime kavuşması…

Yine babasının bazı plâkların niçin satmadığını anlamak için onları tekrar tekrar dinledikçe modern müziksever oluvermesi…

Lise diploması değil, giriş sınavını geçmeyi şart koşan üniversitenin mahiyeti…

Hayata bakışını tümüyle başkalaştıran ünlü Tuz Yürüyüşü…

Daha ucuz diye güverte biletiyle çıkılan ilk İstanbul yolculuğu…

İstanbul izlenimlerinden: “İki gün sonra, İstanbul’a (Yunan’ın Byzantium’u/Roma’nın Konstantinopolis’i) girerken günbatımıyla birlikte turunculu kırmızılı asude bir ışıkla kor gibi yanan gökyüzünü daha dün gibi hatırlarım – sıcak, içten bir karşılamaydı. Doğu’ya yolculuğumuzun gerçekten başladığını ilk kez İstanbul’a gelince fark ettik. İstanbul’un Doğu’ya açılan kapı olduğunu tüm kalbimle hissettim, MÖ yedinci yüzyıldaki Yunanlara kadar uzanan tarihiyle şehrin tüm dünyanın muhayyilesini esir alacak bir güce sahip olduğunu görmemek mümkün değildi. Tüm bu süre zarfında bir ayağının Batı’da diğer ayağının Doğu’da olması şehre hususi bir nitelik kazandırmıştır: Avrupa’dan bakınca bir Asya şehri gibi görünür; Asya’dan baktığınızda ise bir Avrupa şehri gibi durur. Aslında her ikisidir. Günde beş defa şehrin her tarafından yükselen ezan sesine rağmen herkesin kendini evindeymiş gibi hissedebileceği bir yerdir.” (Müziksiz Sözler, Philip Glass, çev: Volkan Atmaca, Alfa Yay., İstanbul, 2016, s. 197).

Müziksiz Sözler, geçen yüzyılın en yaratıcı, en ufuk açıcı, hatta tür kâşifi bir bestecinin, sıradan bir insan kalmak yerine adım adım varoluşunun, kendisini gerçekleştirmesinin, kendine özgü ifade tarzını buluncaya değin arayışını sürdürüşünün ve en önemlisi de özgürlüğün ıstırap veren çetin imtihanının bir numunesi. Yaratıcı bir numunesi elbette.

Yalnızca Müziksiz Sözler’i değil, sanırım her kitabı her okur dilediğince anlama ve istediğince değerlendirme hakkına ilkece sahip. (Her değerlendirme isabet kayderer ve değerlidir falan demiyorum ki.) “500 sayfaya yaklaşan bu otobiyografi bana ne söyledi?”nin elbette tek bir cevabı yok. Çünkü birçok hususun, benim için nice değer arzeden ayrıntının izini sürmek az-buz keyif değildi. Ne ki asıl meselenin özünü çıkarmak kabil: bitimsiz bir sahicilik arayışı.

Philip Glass’ın Müziksiz Sözler’inin handiyse her satırında izini bulabileceğimiz gayret ile netice arasındaki bağıntı. O bizim mahiyetini 100 yıl geçmeden unutuverdiğimiz husus… Zaten binyıllardır bilegeldiğimiz bu hususu hatırlayıverdiğimizdeyse yalnızca geçen yüzyılda değil, bu yüzyılda da dünyada zihni alanda olup bitenlere en iyi ihtimalle seyirci kalmanın ötesine geçebileceğiz.

Gençlerin hayallerini büyütme hakkını ellerinden almaktan vazgeçen bir zihin ortamı hazırlayabilsek meselâ.