Bütün yazdıklarımdan pişmanım

40 yıl düşünülse biraraya getirilemeyecek her bir şeyi yekdiğeriyle karıştırma üstadı Cumhuriyet Dönemi aydınları, bilinirlik ile tanınırlığı da birbirine karıştırmakta.

Peyami Safa, kuşkusuz Cumhuriyet Dönemi’nde eserlerini vermiş edebiyatçılarımızın arasında en çok tanınan yazarlarımızdan biri. Hayır, bunun başlıca sebebi farklı dönemlerde, bambaşka kaygılarla hazırlanan edebiyat dersi kitaplarının hepsinde yeralması değil tabii ki. Benzersiz kişiliğiyle, otodidakt karakterin dünya çapında müstesna örnekliğiyle; romanlarıyla, çevirileriyle, günlük yazılarıyla, sürgit zikzak çizse bile önemsenilmesi zorunlu düşünceleriyle, yayıncılığıyla hakedilmiş bir tanınırlık bu. İyi de Peyami Safa dediğimizde bu tanınırlığa denk veya yakın bir bilinirlikten de söz edebilmekte miyiz?

Demek o ki Türkiye’de sadece Peyami Safa’nın değil, Necip Fazıl’ın da, Sabahattin Ali’nin de ve hatta Nâzım Hikmet’in de içine dahil edilebileceği garip bir tezat var: Tanınırlık, bilinirliğin önünde perdeleyici bir engel. İşin daha acısı, hele bir de resmi kabul görmüşseniz yaşanmakta.

Tam bir mümin edasıyla komünizme inandığı için yıllarca hapis yatan, iki kere Rusya’ya kaçan, yıllarca eserleri yasaklanan Nâzım Hikmet, göçtüğü Sovyetler Birliği çökünce bizde de birden 180 derece farklı bir yere yerleştirildi. Kırk yıllık vatan haini gitti; yerine büyük vatan dostu geldi. Yahut ikisinin de yaşadığı devirde onun tam karşısında konumlandırılan, o mahkeme senin, bu mahkeme benim, adliye koridorlarında süründürülen, yine yıllarca hapis yatan, hatta Son Devrin Din Mazlumları adlı kitabından dolayı kesinleşmiş mahkûmiyet kararının yaftası boynunda asılıyken darı bekaya göçen Necip Fazıl, vefatının üzerinden çok geçmeden değişen siyasi şartların ardından İslâmcı kimliğinden arındırılarak bambaşka bir yere, sağcı, milliyetçi, devletçi bir konuma oturtuldu; ömrü hayatı boyunca sergilediği muhalif kimliğinden tamamen arındırıldıktan sonra elbette.

Birbirlerine taban tabana zıt bu iki örnek üzerinden anlatmaya çalıştığım şey şu: Tanınırlık ile bilinirlik ayrı şeyler. Hele anlaşılabilirlik…

Yalnızca bu ismini andıklarım mı? Ne gezer? Yakup Kadri de, Yahya Kemal de, Kemal Tahir de, Tanpınar da, Orhan Veli de, Cevat Şakir de kişiliklerine öznellik katan bütün dikenlerinden arındırıldıktan sonra resmiyet masasında kendilerine bir yer ayrılabiliyor. Ve hatta Sait Faik bile devletin sihirli kudret eli sayesinde ailenizin hikâyecisi makamına oturtulabiliyor.

İyi de, ne güzel, edebiyatçılarımız en azından vefatlarından sonra devlet tarafından hüsnü kabul görmüşler. Bunun sorun neresinde mi? Şurasında: Gariptir. Bir zamanlar devletle çatışmasa dahi ders kitaplarına alınan yazarlarımız, şairlerimiz, denemecilerimiz, romancılarımız, hikâyecilerimiz, yani bütün edebi seçkinlerimiz, o tanınırlık payesine ulaştıktan sonra, çok geçmeden bir başka sihirli el tarafından bilinirliklerinde derin yarıklara yolaçan erozyonlara uğruyor. Gençler bu yazarlarımızı ve eserlerini tanıyorlar ama… O kadar. Tanıyorlar işte. Bilmek, anlamak, eserleriyle cebelleşmek, o eserlerdeki karakterleri anlamaya çalışmak, oralarda anlatılan kişilerle kendi gördükleri arasında karşılaştırma yapmak ve hatta kurmaca bir kişilik ile kendi kişiliği arasındaki ilişkiyi sorgulamak yahut edebi, siyasi, fikri kaygılarını önemsemek veyahut bu yazarların yıllar yılı birbirleriyle neyin kavgasını ettiklerini ayrımsamak hak getire.

İyi de bu mesele sahiden de bu kadar mühim mi? Evet. Çünkü ders kitaplarına alınacak kertede resmi kabul görmüş edebiyatçılarımız, eserleri orta yerde durduğu hâlde, deyim yerindeyse bir çeşit resmi yapıbozuma uğratılıyor ve ardından da bambaşkalaştırılıyor. Edebiyat profesöründen edebiyata meraklı mühendislik öğrencisine kadar handiyse herkes, Meselâ Peyami Safa dendiğinde Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanını ve romanın ana karakteri hasta çocuğun sağlık sorunlarıyla atbaşı giden inişli-çıkışlı duygularını hatırlar. Ama o kitabın siyasi arkaplânını da, başkişisinin ruhi ihtilâçlarını da, Türk ve dünya edebiyatındaki mevkiini de dikkate alma ihtiyacı hissetmez.

Dolayısıyla iyi bir Türk okurunun bile Peyami Safa’nın hakiki şaheseri Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nu keşfedebilmesi için ilkin öbür eserlerini belki birden fazla kere hatmetmesi gerekmekte, ardından da bu romanın hakkını vermek için muhtaç olduğu kudretin damarlarındaki asil kanda henüz bulunmadığını farketmesi…

1960’da yazarın kendisiyle yapılmış bir söyleşideki şu cümleleri meseleye ışık tutacak kuvvette: “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu yazan adamın, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nu yazan adam olduğuna inanmak için iki kitabın üstünde de aynı imzayı görmek lâzımdır. Bunlar o kadar birbirinden ayrı bir teknik ve ifade şekilleriyle yazılmışlardır. Aralarında müşterek taraf, şekillerin çok dibinde kalır.” (Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, Der: Mustafa Baydar, İstanbul, 1960, s. 170-173.) Meraklısına: İlk baskısı Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitapçılık tarafından yayımlanan kitabın yeni baskısı 2015’de İletişim Yayınları’ndan çıkmış durumda.

Neyi niçin öyle yaptığının ayırdında bir yazar hüviyetiyle Peyami Safa, Ataç’ı da zikrederek Türk Edebiyatı’na ruh tahlili romanının kendisiyle girdiğini işaret ettikten sonra “Fakat Şimşek adındaki acemice ve sathî tahlil denemelerinden sonraki romanlarımda insan ruhunun güneşsiz, hattâ yıldızsız taraflarına nüfuz etmek için sarfettiğim gayretlerin arttığını biliyorum. Böylece roman sanatının, insanın iç macerasını birinci plana alarak sinema sanatından ayrılabileceğini düşünüyorum. Fakat bunu önceden verilmiş bir kararla değil, kendi tekâmülümün bir merhalesi olarak gerçekleştirmeye çalıştım.” şeklinde devam ediyor. Aynı cümle içerisinde hem kendi zaafına işaret edebilmek, hem de bu zaafı nasıl aştığının ipucunu verebilmek için de, peşisıra gelen o kısacık cümlede ise sinema ile romanın arasındaki tezadı böylesi bir kudrette tefrik edebilmek için de insan adeta Peyami Safa idrakıyla mücehhez olmak durumunda.

Kanaatimce yeterince önemsenmeyen bu kısacık söyleşisinde yazar, hayat ile kurmaca arasındaki ilişkiye, daha doğrusu telâfisi gayri kabil çelişkiye dair de çarpıcı tespitlerde bulunur: “Otobiyografik romanlar, yaratma hürriyetimizi kısarlar. Orada biz sayısız imkân ve ihtimallerden bazılarını tercih hürriyetini kaybeder, bir tanesi üzerinde billurlaşmaya mecbur kalırız. Bence bunun için Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun güzel bazı yerleri varsa bunlar herhalde yaşanmamış hayat parçalarıdır. Size garip gelecek fakat bana öyle geliyor ki romanda yaşanmamış kısımlar, yaşanmışlardan daha gerçektirler. Çünkü roman olağanı olmuş göstermek sanatıdır. Yoksa hâtırattan farkı olmazdı. Biri yaratma öteki hatırlamadır.”

Bu söyleşide siyasi görüşünü Marksist olmayan ve kendi inanış hudutları içerisinde bir çeşit sosyalist diye tasvir eden Peyami Safa kendisini, aynı zamanda hem muhafazakâr, hem de inkılâpçı diye tanımlıyor.

Fakat itiraf edeyim, bu söyleşinin benim için en kıymetli kısmı, sonu. “Sonradan pişmanlık duyduğunuz bazı yazılarınız var mı?” sorusuna Peyami Safa’nın ibretengiz cevabı şöyle: “Bütün yazılarımdan pişmanım. Onlardan utandığım için daha iyilerini yazmaya çalışıyorum.”

İşte tanıdığımız ama bilmediğimiz Peyami Safa. Tanınmak ile bilinmek sahiden de başka şeylermiş demek ki. Ayrıca insanlar size büyük yazar dedikleri için büyük yazar olunmuyormuş.