Bugünkü Türkçe’nin banisi: Ömer Seyfettin

Kafkas kökenli bir Türk subayının oğlu. Bir dönem esir düşmüş bir asker. Sırplar’la ve Yunanlılar’la savaşır. İkincilere esir düşer. Akif gibi baytar. Ve onunla okul arkadaşı. Ve onun gibi şiir de karalar. Tetkikat-ı Lisaniye Encümeni azası. Öğretmen. Türk Edebiyatı’nda kısa hikâyenin kurucularından. Ve milli edebiyatın. Garip bir şekilde aynı zamanda dilde sadeleşmenin de savunucusu. Tanzimat ve sonrası bütün intelijansiyamız gibi bir tezatlar kumkuması. Ne ki o, sadeleşme kasdıyla ötekilerden epeycene ayrılmakta. Hem İttihatçılar’la, hem de İtilâfçılar’la iş tutmaktan çekinmedi. Ama askeriyeden ayrılmak için ödemesi gereken tazminatı İttihatçılar’a ödetti. Üç yıl süren evliliğinin ardından eski kumandanı Cavit Paşa’nın Kalamış’taki konağını kiraladı ve orada bir başına yaşamaya başladı. Mekâna verdiği isim: Münferit Yalı. (Münferit burada ‘yapayalnız’ kadar ‘hücre’ manâsına da gelmekte.)

Teşhis edilememiş şeker hastası… 36’sında hastanede vefat edince kimsesiz âddedildiği için bedeni tıp talebelerine teşrih kadavrası yapılır. Gömüldüğünde tek parça değildi. Son 400 yıldır neredeyse her Türk aydınının yakalanmadan edemediği toplumu adam etme, hiza ve istikamete sokma hastalığının müzmin bir nümûnesi. Osmanlıcılık anlayışının muhalifi bir Türkçü. Elbette kafatasçı veya köken Türkçülüğü gibi derekelere hiç itibar etmedi. Bildiğiniz kültür milliyetçisi aslında. Milli Edebiyat akımının üç sacayağından biri. Öbürleri en yakın dostu Ali Canip ve Türkçülük cereyanının kurucusu Ziya Gökalp. Ve dilde sadeleşmeci. Ömer Seyfettin’i dilde sadeleşmeci birçok kişiden ayıran mihenk taşı husus şu: Ona göre Türkçe’nin aynı din dairesinde yeralan Arapça ve Persçe’den kelime almasında hayret edilecek veya içerlenilecek bir veche yok. Mesele Türkçe’ye bu iki dilden din sahasında kelime girmesi değil, asıl mesele edebiyat ve sanat sahalarında ‘tezeyyün’ maksadıyla bu dillerden kelime almanın yanında dil kuralı devşirme tavrında.

TDK’nın Muhalifi

Olanca ihtişam ve sefaletiyle bugünkü Türkçemiz’in banisi, zannedildiği gibi TDK değil, Ömer Seyfettin’dir. Ama kaçımız bunun farkında? TDK değil. Çünkü TDK, yazarın rağmına başka bir dil anlayışı peşinde koşmuş ve dilde sadeleşme adına çok farklı bir uygulamaya bürünmüştür. TDK’nın ünlü uygulamaları izah veya örneklendirme gerektirmeyecek kadar ortalıkta. Yine de vurgulamak adına belirtelim: Ömer Seyfettin’in dilde sadelikten kasdı ile TDK’nınki taban tabana zıttır. Çünkü Ömer Seyfettin TDK’nın kelime türetme kaygısını, Efruz Bey üzerinden ‘çorap’ yerine, eldivenden mülhem ‘ayakdiven’ üretmesiyle hicveder. İyi ama Ömer Seyfettin’in dil anlayışını çok özlü bir tarzda, yani Twitter gençliğinin bile kavrayacağı şekilde anlatmamız kabil değil mi? Hem de nasıl! Yazarın lisanda sadeleşmeden kasdı, falan Arapça veya Persçe kelime yerine filân Türkçe veya Türkçe çekim eklerine uygun türetilmiş yeni kelimenin yerleştirilmeye gayret edilmesi tarzında değil, gramere yönelik. Elbette Türkçe’nin lehine kelimelerin değiş-tokuşuna karşı değildi. Ama onun gözünde dildeki asıl sadeleşme, tamlama düzleminde gerçekleşmek mecburiyetindeydi.Bu kadar. Hakikaten bu kadar! Gelgelelim bu basit öneri, örneği gösterilemeyecek bir karşılık bulur ve kısa zamanda uygulanmaya başlanır. Dilerseniz hikâyeye biraz daha ayrıntısıyla bakalım:

Milli Edebiyat’ın Manâsı

Genç Kalemler Dergisi’nin Nisan 1911 tarihli 2. sayısında Yeni Lisan adıyla bir yazı yayımlar. Aslında bu yazıdaki görüşlerinin temelini 1908’de pek yakın dostu Ali Canib’e yazdığı meşhur mektubunda temellendirmekte. Ne ki yazı, bir nevi milli edebiyat bildirgesi etkisi uyandırır. Serveti Fünun’un ve öbür sadeleştirmecilerin tam karşısındaki bu yaklaşımın özü şu: Keyfiyet ve hakiki edebiyat kaygısıyla örülü çetrefillilik yerine avamın seviyesi, avamın dilinden yanayız. Acı kaçacak ama Milli Edebiyat anlayışını sadece bu cümleyle tespit etmek kâfi. Zaten derinliği dışlayan kendileri değil miydi? Halkın seviyesine inmek veya daha kibar ifadesiyle halkın konuştuğu dille yazmak anlayışı, o gün bugündür Türk Edebiyatı’nı ânbeân o eski ihtişam devirlerinin derinliğinden sürüp atmaya devam etmekte. Yerinde bir tespit: Arapça ve Persçe’den alınma dil kuralları Türkçe’yi bozmuştur. Gelgelelim çekimlerin korunması, Türkçe’nin yeniden aslına dönüşünün de imkânını barındırmakta. Ama bunun yolu, Dil Derneği’ndekilerin yaptığı gibi dilimizi Doğu Türkçesi’ne yakınlaştırmak değildir. Hatta bu tavrı bir intihar sayar. Ve buyurur: “Yazı lisanıyla konuşmak lisanını birleştirirsek edebiyatımızı ihya yahut icat etmiş olacağız.”
Konuşma ile Yazı Dili Farkı Ortadan Kalktığında

Ben Ömer Seyfettin dendiğinde hiçbir zaman Kaşağı’yı veya Bomba’yı, yahut da Pembe İncili Kaftan’ı canlandırmadım zihnimde. Benim gözümde Ömer Seyfettin, evvelâ bir dilcidir. Hem de mühim bir dilci. Ehemmiyeti sadece dil mevzuundaki görüşlerinden değil, hatta daha çok, bu görüşlerinin tatbik edilme imkânı bulmasından ileri gelmekte.

Nadir nazariyatçının yaşadığı bir kısmet neticesinde o, dile dair görüşlerinin tatbikine de şahitlik etmiştir.

Kendisi göremedi ama aslında Ömer Seyfettin’in en büyük hayali bizim hakikatimiz hâline geldi: Yazı dili ile konuşma dili arasındaki ayrım ortadan kalktı.

Ne ki bu ‘gelişme’ beklenmedik bambaşka bir sonucu da beraberinde getirdi: Artık bir yazı dilimiz yok. Yani eski keyfiyetini yenileyebilmiş bir edebiyatımız.

Bu durumu tespit ümitsizlik değil, ümit ışığına işarettir. 