Günümüzde insanlığı kontrol etmenin en kolay yolu sıhhatini bozmaktan geçiyor. Bu da insanın gıdasını, suyunu, havasını ve meskenini bozmakla mümkündür. Yüksek mahpushanelere çevrilen mesken meselemiz malum. Şerre dönüşen gıda ve hava kirliliği ortada. Ziraî ve endüstri faaliyetleri neticesinde temiz su kaynakları ise ağır metal çöplüğüne dönüşmüş durumda.
İşte bu nedenle sıhhat bozuldu, dolayısıyla da insanı yönetme kolaylaştı. Bir milyardan fazla hastası, kişi başına 30 kutu sınırına dayanan ilaç kullanımı hayatın ana kaynaklarının ne durumda olduğunu göstermesi bakımından yeterli.
Milliyet’in geride bıraktığımız haftadaki “Yüzlerce kat fazla çıktı. Duş bile alınmaz! Resmen zehir” başlıklı haberiyle su meselesi yeniden gündeme taşındı. Dizi haberin kaynağı, Bursa Teknik Üniversitesindeki 4 akademisyenin araştırmasının neticesinde ortaya çıkan neşredilmiş makaleydi.
“Ambalajlı İçme Suyu Örneklerinde Ağır Metal Analizi ve Risk Değerlendirmesi” başlıklı analiz çalışması kapsamında, 43 farklı marka incelenip, içme suyu numunesi üzerinde 16 farklı ağır metalin analiz işlemi gerçekleştirilir.
Araştırma 43 ambalajlı suda baryum, kurşun, stronsiyum gibi ağır metaller mevzuatın izin verdiği değerlerden bile yüksek çıkar. Söz konusu kirleticiler, kanser ve organ yetmezliklerine yol açan ağır metallerdi.
Sağlık Bakanlığı izin verdiği ağır metalleri savundu. Bursa Teknik Üniversitesi Rektörlüğü ise akademik çalışma yapan personeli ezip geçen bir açıklama yayınladı.
Rektörlerin bu şekildeki makamlarını korumaya dönük gerçeklikten uzak tavırları ise nitelikli bağımsız çalışmaların önündeki en büyük engel olarak bir kez daha karşımıza çıktı.
Dünya Sağlık Örgütü, ABD Çevre Ajansı EPA, AB, TSE ve Sağlık Bakanlığı’nın, sularda olması ve olmaması gereken kimyevî, biyolojik, radyolojik kirliliklerle ilgili birbirleri ile çelişen değerlerinin olduğu ehlinin mâlûmu.
EPA, 2009 yılında su kirleticilerini tablolaştırmış, bu maddelerin suya nasıl dâhil olduğu ve hangi hastalıklara neden olduğunu da ortaya koymuştu.
Bakanlık ise haberler üzerine yaptığı açıklamada, “yapılan toplam analizin tamamının kurşun ve baryum parametreleri açısından mevzuat limitlerine uygun olduğu tespit edilmiştir” diyor.
Açıklamada “hayır kurşun ve baryum yok” denilmiyor, aksine “mevzuata uygundur” deniyor. Bu durumda herkesin “ Böyle bir açıklama yapınca mesele kapanır mı” suâlini sorma hakkı doğar.
EPA ise anemi, tansiyon düşmesi ve kansere yol açtığını belirttiği baryumun; sulara, fabrika atıkları, gaz depo tankları ve çöp sahaları atığından karıştığını söylüyor. Endüstriyel atıkların yanı sıra, evlerdeki sıhhi tesisatın doğal çökeltilerinden su kaynaklarına ulaşan kurşunun ise bebek ve çocuklarda fiziksel ve zihinsel gelişimde gecikme, çocukların dikkat süreleri ve öğrenme becerilerinde eksiklikler, yetişkinlerde ise böbrek rahatsızlıkları ile yüksek tansiyona yol açtığını kaydediyor.
Ülkemizde milyonlarca kanser, kansızlık, tansiyonun düşük veya yüksekliği, böbrek rahatsızlığı ya da yetmezliği, çocuklardaki dikkat eksikliği, öğrenme güçlüğü gibi rahatsızlıklar düşünüldüğünde, su ve diğer gıdalardaki benzer ağır metaller üzerinde daha fazla durma zarureti doğuyor.
Devletlerde yöneticiler değişse de alışkanlıklar bir türlü değişmiyor. Gıda ve sağlıkla ilgili hangi eleştiri gelirse gelsin, sadece yok sayarak üstünü örtücü, yalanlayarak geçiştirici açıklamadan öte hiçbir şey yapılmıyor. Zaman geçse ve şahıslar değişse de sözler değişmiyor.
Bunca araştırma ve haberin amacı mevcut idarecileri suçlamak değildir. Bir asırdır bütün dünyadaki benzer yanlışlara dikkat çekmek olduğunun görülmemesi, Türkiye’ye, özelde de ülkeyi mâmur kılmak için çabalayan Tayyip Erdoğan’a yapılan bir yanlışlıktır.
“Güvenle tüketin” deyince, evet o günün kurtarıldığı kesin olabilir. Lakin bu öteleyici beyanların dertleri büyütmekten başka işe yaramadığını görmek gerek.
Öte yandan iktidara muhalif olanlar, on yılların birikmiş dertlerinin tüm faturasını iktidara kesmenin keyfini sürerken, bürokrasinin yanlışlarına toz kondurmayanlar ise gerçekleri örtünce sanki kendi çocuklarının korunduğunu düşünmek gibi bir yanlışın içinde olduklarını göremiyorlar.
Şurası bir gerçek ki, sularımızı kirleten Sağlık Bakanlığı değil. Aklıselim olanın böyle bir iddiası olamaz! Buna mukabil Bakanlığın yapması gereken; insan sıhhatini anlık ya da orta veya uzun vadede bozucu muhtevalı kaynaklara izin vermemek, su havzalarını koruyucu tedbirler almak olmalı.
Öte yandan 3 milyar Avroluk dev bir pastaya sahip su sektörü var. Sektördeki oyuncular sıklıkla el değiştiriyor ve büyük kısmı yabancıların elinde… Çok ucuz bir bedelle elde edilen su kaynakları, ambalajlanarak onlarca kat bedelle pazarlanıyor. Neticede su kirliyse, kazanan şirketler, kaybeden ise halk ve sosyal güvenlik kuruluşu yani devlet oluyor.
Bu ahvalde devletin, halkını ve kendini korumak gibi mükellefiyeti doğuyor.
Meselenin bir de belediyeleri ilgilendiren şehir şebekelerine eklenen klor boyutu var. Bir su idaresi yöneticisinin ifadesiyle, ‘başıma bir iş gelmesin’ diye sulara aşırı miktarlarda klor ekleniyor ki, bunun toplum sağlığı ve geleceğini tehdit ettiği görülmelidir.
Hâsılı ilgilileri ister kabul etsin, isterse de etmesin sadece bizim değil, bütün dünyanın bir su meselesi var. Ayrıca millet yeterince su içmiyor. Gazlı içecekler ve endüstriyel ürünlerde mahiyetini kimsenin bilmediği yer altı suları kullanılıyor. Bu alanda bir çalışma yapılsa kim bilir ne tür ağır metallerle karşılaşacağız.
Üniversiteler ya sessiz, ya da sesini çıkaranın başını eziyor. Milletin önemli bir bölümü ise vurdumduymaz. Peki, içme sularının kirliliği meselesi daha nereye kadar ötelenebilir?
Yaşanacak engelli doğumların, sağlık bozukluklarının faturasının hesabını indi ilahide nasıl vereceğiz?
Gelin el birliği ile bir an evvel bu su meselemizi çözelim!
Çözelim ki, tarihte benzeri görülmemiş bir su medeniyeti kurmuş ataların torunları daha fazla zarar görmesin!
Çözelim ki, devleti ve milleti bu dertten kurtaralım!