Yeni bir yılın eskisinden farklı olmasını istiyorsak günlerden, saatlerden ve haftalardan yeni bir şey beklemememiz gerek, onların hiçbir suçu yok, sorumlulukları da yok, kendimizden yenilenmeye başlamalıyız, yeni bir adım atmalıyız. Hiçbir şey yapmasak bile “kendimiz” kalmalıyız; onun nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsak bulmamız gerekiyor.
Balkanlarda yaşayan insanlar öyle veya böyle kendileri ve farklarını her şekilde gösterebiliyor. Buralara özel olan bir yapı var, her zaman dile getirmeye çalışmışımdır, multietnik değil de “Balkanistik” bir durum. Din, dil, millet, kültür farkları arasında bir de bütün hepsini kaplayan “Balkanizm” var herkeste biraz. Yeni yıl kutlamaları esnasında beni güldüren bir haber okudum. Telefon operatörlerinden biri toplu yeni yıl ve Noel mesajları göndermiş bütün kullanıcılarına. Müslüman olan biri de operatöre cevap yazmış, cevabı da: “Tamam, teşekkür ederiz ama aynı inceliği Ramazan ve Kurban bayramında da sizden bekleriz.” Bir birey de olsa tepkisini dile getirmekten sakınmaz kimse. Herkeste bir “ben buyum” duruşu vardır buralarda. Kimse kimseye yaranmak için kendi değerlerinden ödün vermez. Oturur kahve içersin, muhabbet edersin ve ortak esprilerde beraber gülersin ama söz dönüp dolanıp “sizde nasıldır?” sorusuna gelir, ondan sonra da sen eğer kendini bilmezsen utanırsın. Bu yüzden herkes “kendini” açıklayabilecek kadar bilgi sahibi olmaya başlar ister istemez. Bu ister din olsun, ister millet ya da gelenek olsun, bu soru hemen her gün karşına çıkar. Sözün kısası, kendi farkını göstermek ayıp değil, tam aksine kendi değerlerini bilmemek ayıp sayılır. Yine de istisnalar bu kaideyi bozmaz.
Henüz taze olan yeni yıl için de birkaç söz söylemek gerekiyor. Evet, 31 Aralık’ta bir kısım sabaha kadar eğlenir, bir kısım da başka günlerden farklı yokmuş gibi davranır. Bir günlük resmi tatil herkesin biraz dinlenmesine iyi geliyor tabi, ama onlar da Ramazan Bayramında bir gün evlerinde dinleniyor, Hristiyan olsalar da. Ama Noel’i sadece Hristiyanlar kutlar. Hiçbir Müslüman kalkıp hindi satın almaya kalkışmaz. Yeni yılı kutlayan Müslümanlar olsa da bu kutlamaya Noel demez, arkadaş çevresinde Hristiyan olanlara mesaj yazar; onların bizim bayramlarda mesaj göndermeleri gibi, bu da karşılıklı olur.
Çocukken, annem özellikle yılbaşı gecesi özel bir şeyler hazırlamazdı. Güzel ve yeni filmler yayınlanırdı televizyonlarda “Film maratonu” adı altında, en büyük eğlencemiz de okulun tatil olduğunu bilmek ve rahatça film izlemekti. Bu, dedelerimizin bize “onlara benzemeyin” demesinden kaynaklanıyordu şüphesiz. Bu yaşıma geldim, ne çam ağacı diktiğimizi ne hindi pişirdiğimizi hatırlarım. Okulda durum değişirdi tabi, sınıfa Noel Baba kılığında biri gelir, içinde abur cubur olan paketler dağıtırdı. Yugoslavya dönemi benim sadece çocukluk zamanıma denk geldi, piyoner de olduk partizan türküleri de söyledik okulda. Oruç tutma konusunda öğretmenler sıkıca tembihlerdi bizi “sakın tutmayın” diye. Demek istediğim etrafımızda, okulumuzda, hep bizi diğerleri gibi aynı olmaya hazırlayan bir zemin vardı. Ama bir güç hep kendi değerlerimize bağlı tuttu bizi.
Sadece biz değil, “ötekiler” de bize benzemeye çalışmazdı; bazen anne babaları çocuklarını azarlarken duyuyoruz “niye onlar gibi” diye eleştirdiklerini de biliyoruz. Bu bazen aşağılayıcı da olurdu. Onların bize “more müsliman”, bizim onlara “gavur” dememiz gibi. Bundan hiçbir taraf gocunmaz da. Yine de komşulukta olsun, arkadaşlıkta olsun bir saygı vardır mutlaka, kim olduğunu bildiğin sürece. Bizler farklı olduğumuz için kaybetmiyoruz, utanmıyoruz da, tam aksine farklıklarımız zenginliğimiz oluyor. Birçok konuda farklılığımız vardır, saysam belki bu yazı yetmez ama birkaçını anmakta fayda var. Aynı şekilde benzerliklerimiz de vardır.
Birincisi, “çay” bildiğiniz Türk çayı. Yüzyıllardır aynı topraklarda yaşasak da Makedonların ince belli bardaklarda çay içme geleneği yoktur. Bizde Türk olsun Arnavut olsun sabah uyanır uyanmaz çaydanlığa çay demlenir. Kahvaltıyı çayla yaparız, kahvaltıdan sonra da çay içeriz, öğlende de çay içeriz, akşam yemeğinden sonra da mutlaka çay içeriz. Türkler mutlaka bunu her gün yapar. Arnavutların büyük bir çoğunluğu da bunu yapar ama bazı şehirlerde farklı olabiliyor, yine de mutlaka günde bir kez de olsa, misafir gelse çay içilir. Bir doktorumuz vardı, kadın Makedon, bize eve geldiğinde annem çay ikram etmişti, kadın çayı içmekten korktu, “aman o sert bir şeydir ben içemem, içersem kötü olurum” demişti. Aynı kadının evine gittik, kadın bardakta meyve suyu ikram etti, annem bardağa baktı, “bu bardakta alkollü içki kullanıyor musunuz” diye sordu, yok deyince rahatlayıp meyve suyunu içti. Ne kadın alındı bu sorudan ne de biz çaydan korktuğu için alınganlık yaptık, gülüp geçtik. Bazıları da çayı sever, özellikle “sizde çay vardır şimdi, gelmişken içeyim” der.
Bizler kahveyi küçük kahve fincanında içeriz mesela, kuşluk yemeğinden önce ya da sonra içeriz. Onlar kocaman kupalarda kahve içer sabah aç karnına. Sabah kahve içmek aslında çalışan herkesin bir rutini gibi olsa da mutlaka kahveden sonra yine çaya döneriz. Bir de konu çaydan açılmışken, biz çay bardağına şeker koyup misafire ikram ederiz, bu alışkanlıktan vazgeçemiyoruz.
Eskiden, özel marketler yokken kasaptan alışveriş yapmazdık, derin dondurucularımız vardı, gerektiğinde büyük baş hayvan keser, parçalara ayırır derin dondurucuda saklardık. Ya da izbelerde eti kurutur ya da kavurma yapıp saklardık. Kasaplarda domuz eti varlığı bizlerin oradan alışveriş yapmamıza engeldi. Ama şimdi sahibi Müslüman olan kasap dükkânları nerdeyse her yerde var, belirli semtlerde olmasa da herkes her kasaptan et almaz burada. Marketlerde eğer pastırma alacaksak ve dilimlenmesi gerekiyorsa, bunun kaşar peyniri makinesinden kesilmesini rica ederiz. Onlar da bu hassasiyetimizi bilir, bazen biz söylemeden de o makinelerde keserler.
Bizler misafir gelince önce reçel ya da lokum ikram ederiz, sonra sırasıyla çay, kurabiye gibi ikramlıklar, ardından tatlı ve meyve suyu, ardından meyve, eğer misafirler hâlâ oturacaksa en son kahve ikram ederiz. Bu sıra bozulmaz, meyve tatlıdan önce çıkmaz yani. Makedonlarda durum farklıdır, masaya ikram edecekleri her şeyi koyarlar sen istediğini alırsın, onlar da oturur muhabbet eder. Yeni doğan bir çocuk varsa bizlerde, hem mevlidi yapılır hem de “hayırlıya” gidilir, onlarda 40 gün kimse gitmez. Biri ölürse bizde kapının önüne sandalye ve beyaz havlu koyulur, günlerce insanlar başsağlığına gelir. Ölünün yedisi olana kadar da o havlu kapı önünde durur. Makedonlarda ise cenaze töreninden sonra evde toplanılır, sonrasında başsağlığı gibi ziyaretler yoktur. Düğünlerde de farklılıklarımız vardır. Komşu dahi olsak bu gibi geleneklerimiz değişmez. Onlarınki daha kolay, onlar gibi yapalım denilmez.
Bizde “misafirlik” diye bir şey var hâlâ, daha bugün mesela eşimin amcasının evinden aradılar beni, “bütün günlüğüne diğer amcalar gelecek müsaitseniz siz de gelin” dediler. Akrabalar arayı fazla uzatmaz, bir sebep aramaz, birkaç hafta geçmişse hemen ziyaretler başlar. Bu gibi geleneklerimiz, bizleri birbirimizle daha da yakınlaştırır. İşte bu yakınlıklar ise “kendimizden” uzaklaşmamızı engeller.