Biz bize benzeriz… Kimilerinin hâlâ dilinden düşürmemeyi tercih ettiği, içi istendiği gibi doldurulabilecek bir söz. İyi ama buradaki ‘biz’ hangisiyiz? ‘Ben’in içindeki ben’in bir benzeri, ‘bizin içindeki biz’ için de geçerli mi? Bu ve benzeri sorulara kapı aralayan Jordan Peele imzalı Biz, 80’lerin efsane dizisi Alacakaranlık Kuşağı’nın orta hâlli bir bölümünün kallâvi bir 90’lık versiyonu kıvamında.
Biz (Us) adlı film 1986’nın Santa Cruz’unun bir gecesinde açılıyor. Anne, baba ve çocuktan müteşekkil bir zenci ailesi, küçük kızlarının doğum günlerini kutlamak için lunaparktadır. Vurdumduymaz babanın ihmalkârlığı yüzünden küçük kız kendini bir korku tünelinde bulur. Yaşının kaldıramayacağı bir deneyimdir bu. Ne ki vaktinden önce yaşanan her deneyim, aynı zamanda insanı yaşıtlarının önüne geçirmez mi?
Her tarafın aynalarla çevrildiği korku tünelinde, küçük doğum günü çocuğunun başına ne geldiğini öğrenemeden günümüze geçeriz. Küçük kız büyümüş, iki çocuklu bir anne hüviyetiyle tatil için Santa Cruz’a gelmiştir. Aynı sahile, evet.
Derken tekrar 86’ya döneriz. Ve o 15 dakikalık kaybın, küçük çocukta birçok soruna yolaçtığını öğreniriz. Hatta tıp için teşhis hazırdır bile: travma sonrası stres bozukluğu.
Psikoloji adlı bilim, teşhistekine benzer başarıyı tedavide de gösterebilseydi keşke.
DERİN, SİYAH BİR BULUT
Aslında yaşantılarını gözlemlediğimiz kişilerin sıradan bir Amerikan ailesini teşkil ettiğini ayrımsarız. Evet, aile sıradandır ama yaşadıkları değil. Çünkü daha küçücük bir çocukken lunaparkta kaybolan ve başına nelerin geldiği bilinmeyen, şimdinin biri kız, öbürü erkek iki çocuk annesi kadının geçmişi muammadır. Etrafında yaşananlar da. Meselâ yıllar sonra gündüz vakti döndüğü sahile henüz ulaşmak üzereyken cankurtaranla cesedi taşınan kişi, kaybolduğunda en son gördüğü kişiden başkası değildir.
Tuvalete giden oğlu da kısa bir süreliğine kaybolur. Kaybolmamış mıdır yoksa? Hâlbuki genç annenin oğlu da kaybolduğu sanılan akşam 11:11’den bahsetmektedir.
Belli ki o kısacık süre içerisinde küçük çocuğun deneyimledikleri ile annenin unutmayı tercih ettiği, bu yüzden de zihninin dehlizlerine gömdüğü veya gömdüğünü zannettiği ıstırap yüklü hatıralar bir şekilde kesişmektedir.
Aynalarla dolu koridorda görülen tıpkısının aynısı bir ben.
Yansıma falan değil ama. Sahiden de başka bir ben. İçerideki ben değil, dışarıdaki bir ben. İnsanın kendi beniyle karşılaşması. Bilmediği, görmediği, görmemeyi tercih ettiği karanlık tarafıyla tanışmasını sıra dışı bir tecrübe saymak gerekmez mi?
Genç kadının kocasına geçmişinin bu en karanlık noktasını açıkladığı gece, beklenmedik bir şey olur. Gecenin yarısında, evlerinin cümle kapısının önünde bir aile beklemektedir. Ama o da ne? Dışarıdaki aile, içerideki aile değil miymiş! Tıpkısının aynısı hem de. Anne, baba ve iki çocuk. Biri kız, öbürü erkek.
İNSAN VE BENZERİ
Benzerler, yani dışarıdakiler, (yahut bizim öyle zannettiklerimiz) çok geçmeden kuşatmayı bir istilâya dönüştürür. İçeridekilerle kırmızı urbalı dışarıdakilerin arasında çok bariz bir fark vardır: Her iki aile de hık demiş birbirlerinin burnundan düşmüşlerse de dışarıdakiler, içeridekilerden çok daha saldırgandır.
Çok geçmeden bu saldırganlığın sebebini anlarız: Dışarıdakilere göre bu evin hakiki sahibi kendileridir ve yegâne gayeleri, işgalcilerini kapı dışarı etmekten ibarettir. Yani içeridekileri.
İçiniz dışınıza çıktı, değil mi?
Doğru, Michael Haneke’nin Funny Games’inin farklı bir çeşidi. 1997’lisinin elbette. Ama ilk ânda akla düşüveren bir benzerlik bu. En bariz fark, ilkinde işgalin son derece nazik bir kisve içerisinde dışarıdan gelmesiydi, Biz’deyse işgalciler de bizin ta kendisi.
Gölgesi yahut.
İNSAN VE GÖLGESİ
İnsanın gölgesi istiaresindeki gölge tam olarak insanın neresine tekâbül etmekte acaba?
Ruhuna mı? Nefsine mi yoksa? Tutkularına, korkularına, öfkelerine, derin emellerine, beklentilerine, hayal kırıklıklarına, kederlerine, hasetlerine, iştahlarına ve tamahlarına mı? Bunların ve daha fazlasının toplamına mı? Daha da karanlık taraflarına mı yoksa?
İşimizi kolaylaştırmayı denersek şöyle ifade edebiliriz: Filmde biz ilkin ailenin Dr. Jekyll fertlerini tanıdık, ardından da Mr. Hyde karakterlerini. Deyim yerindeyse ‘biz’in aydınlık ve karanlık tarafları karşı karşıya geldiği ânda, yine kurmacanın o sihirli imkânı sayesinde, aslında yekpare bir bütünmüş varsaymak istediğimiz ‘biz’in en kuvvetli iki vechesinin birbiriyle çatışmasına tanıklık ettiğimizi fark ediyoruz. Öte yandan mütearife kesinliğiyle bilmekteyiz ki ‘biz’in hangi yönü, ötekine galebe çalarsa çalsın asıl kaybeden daima ‘biz’dir.
Tez vakitte ortaya çıkan hakikat: Mr. Hyde karakterleri, aslında gölgelikten, başka bir ifadeyle karanlık tarafta kalmaktan hazzetmemekte, beheri de Dr. Jekyll’ın yerine geçmek istemektedir: ışığa! Aydınlık tarafa.
İYİ DE BİZİZ KÖTÜ DE
İtiraf etmek durumundayız. Korku türü hem nitelik, hem de nicelik bakımlarından saltanatını 70’lerde yaşadı ve deyim yerindeyse tam da zirvedeyken jübilesini yaptı. O gün bugündür türde gözlemlenenler, ufak-tefek sıçramalardan ibaret. Yahut arkası gelmeyen teklemelerden. Bizde Kapan adıyla gösterilen ve vakti zamanında bu sayfalarda hakkında yazdığımız 2017 yapımı Get Out ile türe 70’lerdeki oturaklı edayı taşıyan Jordan Peele’in yazıp yönettiği ikinci işi Biz. Filme tüm psikolojik açılım imkânlarının yanında, sosyolojik açıdan bakıldığında da nice Amerikan zihniyeti sorgusu barındırdığı söylenebilir. Irkçılık, yabancı düşmanlığı; teknolojinin, özellikle de silâh sanayiinin beraberinde getirdiği aşırı şımarmışlığın doğurduğu küstahlığın sonucu Amerikan halkının kendine yabancılaşması gibi.
Biz’in üzerinde durulması gerekli yönleri bu kadarla mı sınırlı? Değil elbette. En azından kaçma-kovalamaca sahneleri bile hiç de göründüğü gibi değil. Öyle ya, hem her iki babanın, hem de çocukların birbirlerini kovalamaları, bir tek heyecan amaçlı kaçma-kovalamacadan mı ibaret yoksa bu sahneler aslında gizliden gizliye, insanın kendi beninden asla kaçamayacağını mı telmih ediyor?
Biz bizin mahkûmu değil miyiz? Şikâyet ettiğimiz ahvalden kurtulmak için nereye gidersek gidelim, hangi tedbirleri alırsak alalım, zafer muhâl kalmak mecburiyetinde. Çünkü insan, kendisini ancak bir tek kendisiyle zapturapt altına alabilen bir mahlûk. En yoğun korkularımızın kaynağı da biz değil mi? O yüzden de biz bize yapışıklaştırılmış, başka bir ifadeyle her parçamızın ötekiyle simbiotikleştirildiği bir şizoiklik yekûnuyuz.
Aynı zamanda parçalarımızın toplamının da fazlası.
‘Ben’in iki vechesi arasındaki kapışma hakikaten ilgiyi hakediyor.