Bireysel çabayı ve deyim yerindeyse bireysel “aydınlama”yı önemsiyoruz. Hatta kemale ermenin bireysel bir yolculuk olması, onu daha değerli bir hâle getiriyor. Bu yolculuğun farklı mekânlarda birbirinden oldukça farklı istikametlerde seyir izleyeceği de muhakkaktır. Bu farklılıklara rağmen bahsi geçen yolculuğun bireye bir kaçış imkânı verdiğini, bir çeşit arınmanın gerçekleştiğini ve aydınlamanın yaşandığını söylemeliyiz. Fakat modern toplumlarda bireysel aydınlama süreçlerinin grup kimliğine eklemlenmesi ve bir tür “ideolojik toplululuk”lar oluşturma çabalarına bağımlı hâle getirilmesiyle bireyin tekrar savunmasız bir duruma düştüğünü de ayrıca belirtmeliyiz.
Bireysel arınma, kemale erme ve aydınlanma süreçlerinin bir grup kimliğine dönüştürülmesi, tarihte ilk defa karşılaştığımız bir durum değil. Fakat günümüzde muhatap olduğumuz örneği güçlü kılan temel nitelik bu grupların kazandığı yaygınlık ve derinliktir. Böylesi süreçlerden geçmiş ve kimlik kazanmış yapılar çok hızlı bir şekilde toplumsal tabakalara nüfuz edebiliyor ve yine bu yapıların başarısı görüldüğü için taklit imkânı doğuyor. Küçük ve rakip ideolojik grupların çokluğunu başka türlü izah etmek mümkündür ama bu yapıların herhangi ortak bir dayanak noktasına ihtiyaç duymamaları, sübjektifliği öne çıkarmaları boşuna değildir. Bu sürecin bireysel yolculuğu dışlayacağı da aşikârdır.
Grupların dokunulmaz kılındığı bir çağda yaşıyoruz. Hâlbuki bireyselleşme modernlikte kutsanan bir olguydu. Günümüzde gruplar bir aile, bir şahıs vs. etrafında oluşabiliyor. Bunları küçük ve etkili ideolojik ya da menfaat grupları şeklinde tanımlayabiliriz. Bireyin karşısına sendika, dernek, vakıf kimlikleriyle çıkıyorlar. Örgütlü yapıların gittikçe yaygınlık kazandığını ve bireyin de savunmasız kaldığını söyleyebiliriz. Örgütlü toplum idealinin gelip dayandığı yer burasıdır.
Sivil toplum kurumları esasen devlet ile birey arasındaki uçurumdan doğan haksızlığı dengeleyecek ara bir kurum şeklinde düşünülmüştü. Batı’da bu işlevini yerine getirdiği söylenir. Fakat günümüzde sivil toplum kurumlarının hem bireyi hem de devleti tehdit eden bir güce ulaştığının görmezden gelindiğini de vurgulamak gerekiyor. Birçok ülkede gruplar devlete nüfuz ediyor, kamu kurumlarında en etkin güç oluyor, siyasete yön veriyor, iktisadî hayatı düzenliyor vs. Süreç bu şekilde devam ederse devletler küçük ideolojik grupların elinde bir araca dönüşecek ve birey tamamen savunmasız kalacak. Bunun sadece Türkiye ile alakalı bir durum olmadığını özellikle belirttik. Hatta Türkiye belki de istisnaî bir şekilde sürece karşı çıkan tek ülkedir.
15 Temmuz’a kadar geçen sürede Türk milletinin devletçi bir karaktere sahip olduğu eleştirel bir şekilde gündeme getirilirdi. Hatta İslamcıların da devletçi bir siyasete ayak uydurduğu bu eleştirilerin odağındaydı. Akademinin 15 Temmuz’un sonuçlarını tartışmadığını söyleyebiliriz. Fakat 15 Temmuz’da Türk milletinin yekvücut hâlinde devletine sahip çıkmak için sokağa dökülme hadisesinin birçok alanda sonuçları olacaktır. Bu dayanışmayı, devletin ve tek tek bireylerin kendilerine düşman bir örgütlü yapıya karşı çıkışı şeklinde tanımlayabiliriz. Örgütlü yapıların küresel güç odakları tarafından ele geçirilmesi, bu vesile ile gayr-i millî bir kimliğe bürünmesi ve milletin bu süreci fark ederek millî varlığına yönelik tehditleri bertaraf etmek için sokağa dökülmesi elbette göz ardı edilemez. Hatta izah etmeye çalıştığımız husus da bizatihî budur.
Türkiye’de bireyin devlete sahip çıktığını ve deyim yerindeyse devletçiliğin çok anlamlı bir aşamaya ulaştığını söylememiz gerekiyor. Çünkü ara kurumlar karşısında bireyin sığınabileceği herhangi bir örgütlü yapı kalmadı. Devletin de kendini yeniden örgütlerken bu gerçeği görmesi önemlidir. Çünkü süreç çok nazik ve çok boyutludur. Şu ana kadar birey ve devlet karşısında çok güçlü bir odak olan sivil toplum kurumlarına karşı sadece Türkiye’den bir itiraz yükseldi. Bunun da çok önemli sonuçları olacaktır. Yükselen bu itirazın devlet konusunda yeni tartışmaların önünü açacağını düşünüyoruz.
Türkiye’de devlet karşısında “muhalif duruş”, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren gittikçe yaygınlık kazanan bir pozisyon alma biçimiydi. Geçmişte, bazı aydınların bu pozisyonunu herhangi bir büyük devletin dışişleri bakanlığının açıklamalarına göre güncellediği biliniyor. Bu muhalif duruş ayrıcalığının zamanla farklı kesimlerce benimsendiği de ayrıca belirtilmelidir. Farklı kesimlerin 15 Temmuz karşısında doğru bir tavır geliştirememesi de bu bakımdan üzerinde durulmaya değer.
Günümüzde “muhafazakâr muhalefet” ve “muhafazakâr müdahale”nin de benzer bir pozisyon alma biçiminin ürünü olduğu gözlerden uzak tutulmamalıdır. Bu şemsiye altında toplanan kişilerin sivil toplum kurumlarının bireyi ve devleti tehdit eden gücü karşısında sessiz kalması da oldukça anlamlıdır. Salt bu sessizlik dahi sivil toplum kurumlarının devlet ve birey karşısında ne kadar güçlü bir duruma geldiğini gösterir.
Görüldüğü gibi hayat çok hızlı akıp geçmektedir, değişimler de çok hızlıdır. Olguları, olayları, bireyleri ve fikirleri bu hızlı değişimleri göz önünde bulundurarak ele almak gerekiyor. Büyük dönüşümler ve değişimler ciddî bunalımları beraberinde getiriyor. Fakat yaşadığımız süreçleri sağlıklı bir şekilde değerlendirebilirsek büyük bunalımların imkâna dönüşmesi mümkündür.