Yıllar önce, “Ben ülkem için varım.” diye gösterip yalnızca evlâd-ı ıyalinin çıkarını düşünmeyen, hatta bu uğurda yıllarca hapis yatan kalemlerden biri, meâlen şu çarpıcı görüşü savunmuştu: Türkiye Müslümanları’nın en büyük sorunu, ne iktidarda bulunmamaktan kaynaklanan güç yoksunluğu, ne de ekonomik yetersizliktir. Türkiye Müslümanları’nın en çok muhtaç olduğu iki şey, ahlâk ve güzel duygusu…
Ne o gün anlaşıldı bu tespitin doğruluğu, ne de bugün anlaşılabilme imkânı bırakıldı. Frenkçe ifadesiyle etik ve estetik, yoksunluğumuzun yokluğunu hissetmediklerimizin en başındaki yerini hâlâ koruyor. Çağımızda felsefenin ilgi alanında kalan ve felsefe dendiğinde akla diğerlerini getirtmeyen iki disiplininin yokluğu konusunda geçen zaman zarfında, bir arpa boyu olsun yol katedilebilmiş mi?
Sahiden de en fazla eksikliği hissedilenlerin ortaya çıkmasını sağlayan ana unsurun yardımıyla, yani eleştirel bir gözle bakıldığında, kendisinin belirleyici vasfını müslümanlık diye dillendirenlerin, değil yalnızca kültür ve sanat alanında, hayatın tüm evrelerini kuşatan eylemlerinde yapıp ettiklerindeki en çok eksiklik duyulanın güzellik duyuşu olduğu gözlemlenecektir. Ahlâk mı? Sorgulanması bile yersiz kaçmaz mı?
Bir bakın bakalım son 80 yıldır cemaatin kendi arasında para toplayarak yaptırdığı camilerin hâline; kaç tanesi, bırakın yeni bir özellik barındırmayı, güzellikten pay alabilmiş? Hangisi Sinan’ın torunlarına yakışacak, dünya çapında estetik bir meydan okumadan iz taşıyor? Öte yandan Sinan’ın en güzide eserlerinden birinin temeline dinamit koymuş kadar zarar veren rantiyecilikten de geri durmuyoruz.
Haydi diyelim ki camiler ortak bir birliktelikle inşa edildiği için kişisel zevkleri ve tercihleri yansıtacak nitelikler taşıyamıyor; ya bu insanların yaşadıkları ve kendi elleriyle yaptıkları evler?
Köylülük yaftası ne kadar yerinde?
Teknik bakımdan öyle değilse de, bu evlerin kaçı gecekondu estetiğini aşmış durumda?
Elbette öte yandan her fırsatta Turgut Cansever’i yadetmeye devam…
İlk ânda ‘köylülük’ diyesi geliyor insanın ama bu da doğru değil; çünkü bu insanların köylerindeki 100 yaşını geçen evlere bakın bir. Ne harika binalar, ne kadar ihtiyaçlara göre tanzim edilmiş bir güzellik var değil mi onlarda? Üstelik, her birinin yerel ve yörel gereksinimleri gözeten, bölgesel duyarlılığı yansıtan nitelikleri, değil kentten kente, kasabadan kasabaya, dahası köyden köye farklılaşan kimlikleri birebir yansır o yapılara. Peki bu insanlar büyük şehirlere geldiklerinde ne hikmetse, yalnızca kırmızı tuğlaların üstüste konulduğu binalarda oturmayı göze alabilir hâle geliyor veya getirilebiliyor?
Köylerinde inşa ettikleri betonarme evleri de farksız bu durumdan. Hiç mi yanıbaşlarındaki babalarının, dedelerinin yaptıkları evlere bakmıyorlar? Bu kadar mı ‘koparılmışlar’?
Evet, koparılmışlık bu!
Pespayeliğin dizboyu
‘Mahalle’deki yayınların arasında Türkiye meselelerini sahici boyutundan ele almayı deneyen, Müslümanların zihni ve ruhi ihtiyaçlarına karşılık getirebilen, onları ‘öteki’yle yüzleştirebilen, hatta bu yüzleşmeyi bir yüzyüze gelmenin ötesine taşıyan, üstelik dünyanın başka yerlerindeki Müslümanlara da seslenebilen kaç eser sayabilirsiniz?
Türkiye’deki İslâmi anlayışı besleyen kaynakların baskın çoğunluğu hâlen daha telif değil, tercüme kitaplardan müteşekkil değil mi?
O teliflerin kaçı dünyada olup bitenleri size lâyığıyla anlatabilmekte?
O yayınevlerinden çıkan kaç eser sizi, Türkiye’nin ve sizin durduğunuz yerin ne idüğü konusunda sağlıklı bilgiyle donandırabilir? Daha acısı, kaçının dili, en azından uluorta Türkçe düzeyinde?
Çok satıyor ama
Peki ne vardır onca kitabın sayfalarında? Sizi bir yerlere taşımayı amaçlayan, belki de bulunduğunuz yerin tadını çıkarmanıza imkân tanıyan, size alttan alta hâlinize rıza göstermeyi öğütleyen derme-çatma karalamalar…
“Ama o kitaplar çok satıyor!” diyenleri duyar gibiyim. Tam burada, hem etik, hem estetik düzeyimizin bu kadar altlarda seyretmesinin nedenlerinden birini yakalamış oluruz böylece.
Çok satana, medyatiğine, hem de en pespayesine duyduğumuz doymak bilmez açlık…
Televizyon ekranlarında görülen bir şarkıcının albümü vazgeçilmezdir bizim için; yine o ekranlarda ahkâm kesen bir çeyrek entelektüel çok büyük adamdır. Daha acısı, böyle bir keşmekeşte yerini hak etmeyen onca kimse, ‘büyük İslâm âlimi’ vasfına lâyık görülebilmekte.
Tiyatroculuğun elif-bası düzeyindeki doğru telâffuz ‘maharetini’ becerebiliyor diye kasetlere şiir okuyan biri, bizim mahallede ‘büyük şair’ mesabesine yükseltilebiliyor. Varsın bu arada bir sürü arabesk, lâf şiir sanılsın, yeti yetme bir sürü genç de şiir yazıyorum, diye eline kalemi aldığında böylesi düzeysizliklerle yazdıklarını karşılaştırsın; ne gam!
Yoksa doğru olmayan, en büyük bilgi edinme araçları televizyon, gazete ve sosyal medya kitlesinden düzgün bir şeyler beklemek mi?
Ahlâk köşeye itilirse
Daha acısı, ister günlük bir gazetede köşe karalayanı, ister dergilerde yayımladıklarını kitap hâline getirenler, kaç yazarımız Türkçe’ye vâkıf? Bırakın yeni ve kendine özgü bir dil anlayışı doğrultusunda dil geliştirmeyi, kaçı Türkçe’nin başını-gözünü yarmadan meramını ifade edebilecek düzeyde?
Kitap piyasası böyle de, öteki ‘piyasalar’ farklı mı? Ne gezer! Örneğin müzikte, resimde, sanatta, ne bileyim, siyaset düşüncesinde, tarihte, hele hele felsefede neredeyiz? Dünya çapında elbette.
Demek ki en büyük eksiklerimizin ikincisine, ahlâk’a bir yeni bahis açmaya gerek kalmıyor. Zaten estetik düzeydeki bunca yoksunluğumuzun baş etmenlerinden biri değil mi ahlâk alanındaki fukaralığımız?
Doğru soruyu sorabilmek
Türkiye’de eli kalem tutanlar arasında gündelik politika doğrultusunda yazı karalayanların dışında kalan küçük bir zümrecik çapında olsun, sahici sanat ve kültür meselelerinden söz açan kaç kalem erbabı var? Sorunun doğrusu şu: Böyle bir kişi bu ülkede, hele kendisinin ayırıcı vasfını İslâm’la bağıntılandıranların arasında yaşayabilir mi?
İyi de bu niçin böyle?
Böylesi bir soruya bir çırpıda karşılık bulmak, bir fiskeyle devrilecek oyun kâğıtlarından ev inşa etmekten farklı görülebilir mi! Yine de üzerinden iş görmeye başlanabilecek bir önerme öne sürülebilmeli. Bana göre bu önermenin ana sacayaklarından biri, ülkemizdeki eleştiriden nasipsizlik olsa gerek.
Yeni bir şey söylemediğimin ayrımındayım ama doğru bir şey söylemek, ne diye illâ ki yeniliği beraberinde getirsin! Bilmekteyim: Türkiye’de edebiyat ve sanat üzerine bir şeyler söylenilen her ortamda söz dönüp dolaşıp şu ifadeye gelir: Türkiye’de eleştirmen yok.
Nice çok ifade edilse de, haksız ya da yanlış bir tespit de değil bu. Hatta, eleştirmensizlik yüzünden, bir eleştiri anlayışı oluşmadığı için, iyi edebiyat, iyi sanat ürünleri de yok, dense yeri. Ülkemizde, edebiyatta ve sanatın öteki dallarında gözlemlenemeyen ‘kalite’nin tebarüz edebilmesi için zorunlu birincil öğe, sanatı ve sanatçıyı yönlendirebilecek denli güçlü eleştiri anlayışlarının ve bir eleştiri anlayışından güç alan eleştirmenlerin varlığı.
Eleştiri: bir hamhayal
Hâlbuki biz bugün, eleştirinin olmayışının çok acı sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bir sürü sanatçımız, yazarımız, çizerimiz var ama hak edilmiş ünü Kapıkule’yi geçen çok az ismimiz var. Onların önemli bir kısmı da sanattaki yeteneklerinden değil de siyasi görüşlerinden dolayı o payelere ulaşmışlar. Kimileri için zaten sanat bahane. Batılı bir ortamda adının geçmesi için yapmayacağı fedakârlık, çiğnemeyeceği ilke, satmayacağı kutsal, savunmayacağı düşünce yok öylelerinin. Böylelikle, hiç de hak etmediği hâlde mevcut kültür sanat ‘kast’ının tayin ettiği kimi isimler, zaman zaman piyasaya sunulur, göklere çıkarılır ve bir daha da yere indirilmez.
Bu yapay pohpohlama (ya da kimileyin acımasız ve haksız karalama) bazen de bile isteye görmezden gelme uygulamaları, ülkemizde sanat adına kayda değer anlayışların ortaya çıkışını, gelenek ve anlayışların kök salışını ciddi biçimde engellemekte. Kimi bireysel çıkışların da önü tıkanmakta aynı uygulamalar yüzünden.
Her nasılsa birilerinin tayin ettiği isimler, sürekli, bıkmadan usanmadan gündeme alınır ve okurun, sanatseverin önüne sürülür. Böyle bir ortamda genç ve yetenekli sanatçının, eğer söz konusu kastla bir ilişiği yoksa, bir biçimiyle o kudret simsarlarına kancayı atamamışsa ya sanatından taviz vererek piyasa şartlarına uyma ya da silinip gitmedir kaderi.
Peki eleştirmen yeteneğinden yoksunluk mu bunun nedeni? Ne yani, onca yazara, çizere karşın bir tanecik bile eleştirmen yetiştiremememizi nasıl açıklamalı?
İşin ne yetenekle ilgisi var aslında ne de potansiyelle. Eleştirmenin tezahür edememesinin nedeni şu: Türkiye’de nesnel eleştiri anlayışı üzerine görüşlerin ve bu görüşlere dayanan uygulamaların fincancı katırlarını ürkütmesinin bedelini ödemeyi göğüsleyecek bir gözükaralık, gerektiğinde adı geçen kastların maskaralaştırmalarına dayanacak çelik bir irade, olağan bir insanın sınırlarının kaldırabileceği bir yük değil de, o yüzden bu amansız işe sıvananların emeği kursaklarında bırakılmakta.
Etik ve estetik düzlemde karşılaşa geldiğimiz meselelerin, eleştirel bir düzlemde yeniden ele alınması ve bir bütünleştirme anlayışı içerisinde kurallaştırılması, sürgit devam eden öznel yargılar yerine nesnel temellere oturtulması, şimdilik bir hamhayal statüsünde.
Fakat hayaller de gün gelir, kemale erebilir.