Bir yazar nasıl yazar yahut herkes yazar olabilir mi?

Yüzyıllar boyunca yazmak, biraz da eli kalem tutanların yönlendirmesiyle ilâhi bir lütuf âddedildi. Özellikle de şiir yazmak… Büyücükle irtibatlandırıldı kimileyin; Tanrı’nın seçkin kulu sayıldı şairler. Cinlerle, perilerle irtibatlandırıldı ilhamlanma. Zamanla metafizik zihin dünyamızdan çıkarıldıkça, maneviyat hayatımızdan eksildikçe, açıklanamazlığın açıklaması hâlinde bu sefer yetenek seçeneğine sığınıldı.

Elbette yazının; şiir, roman, hikâye gibi yaratıcı formları bir tarafa, değini ve makale gibi zihni formları bile, hatta bir raporun yazılma safhalarının içerisinde dahi açıklanamaz öğecikler bulunabilir. Ne ki bu, yazı yazmanın sihirli, açıklanamaz; aynı zamanda öğrenilemez ve öğretilemez bir iş sayılması gerektiği anlamına gelmez. Birkaç yüzyıl önce deli saçması sayılacak bu tespit, özellikle romantik şair ve yazarların günlüklerinde ve hatıralarında yazdıklarından hareketle edindiğimiz bilgiler doğrultusunda artık makul sayılmakta. Çünkü yazının sırları, artık meraklı bütün gözlerin emrine amade.

Küçük ve hızlı bir derlemeye ne dersiniz?

Yazının plânı olur muymuş?

İlkin şunu hatırlatayım: Burada anlatılan çalışma çizelgesi, (= plânı = şablonu) roman, hikâye, anı, gezi, günlük, senaryo ve piyes gibi anlatı türü metinlerden çok; makale, fıkra, deneme, değini, etüd, risale ve metin gibi konulu metinler için geçerli. Ama yine de bu kategorilerden biri, ötekine uyarlanabilir; hem de kolaylıkla. Yeter ki bu plân türünden hareketle lirik metinler (şiir, mani, destan…) kaleme alınmaya çalışılmasın.

Konu falı masası

Bütün yazarlar için yazının en zor kısmı konu bulmak… Gerçekten bir konu bulmak, bulunan konunun orijinalitesi, daha önceden başkaları tarafından aynı bağlamda ele alınmamışlığı… gibi birçok nokta dikkate alındığında, sözünü ettiğimiz zorluğun, suyun üstündeki bölümünün bir kısmının gölgesi şöyle-böyle ayrımsanabilir sanırım. Fakat unutmayın, bugüne değin hiçbir yazar, masasına konusu hazırken oturmamıştır; sahiden istisnai örnekler hariç.

Bir yazının konusunun doğumhanesi ile yazının kendisinin doğumhanesi aynı yerdir: masabaşı. Siz bakmayın cühelânın “Bunlar masabaşı lâflar!” küçümsemesine. Çünkü edebiyat, kelimenin tam anlamıyla bir masabaşı işidir; üstelik hem üretim, hem de tüketim aşamasında.

İnsan iki dürtüyle yazar:

1) Yazması gereken bir şey vardır.

2) Yazması gereken bir yazı vardır.

Her iki durumda da, yani hem periyodik yazma gerekliliği durumunda, hem de yakaladığı bir ‘şey’i ifade etme zorunluluğu hissettiğinde yazarın elinde hiçbir kart yoktur. Yazar, usta bir kumarbazın Las Vegas’ta bir kumarhanede, öteki kumarbazlarla birlikte bir masanın etrafında halkalanmasındaki gibi zafer arzusuyla masasına oturur. Merkezi konumdaki şahıs ise krupiye. Kartları dağıtan adam; kartları, yani nasibi… Kaderin insan kılığındaki tecellisi…

Masa başına oturmuş yazarın krupiyesi de bizzat kendisidir. Ama düşünen, eyleyen, karar veren yazar değil de o yazarın gündelik hayatta görünmeyen vechesi. İster hatıra haznesi diyelim buna, isterse ruhun mahzeni; farketmez. İnsanın günyüzüne çıkmayan tarafından sözettiğimizde anlaşalım, kâfi.

Tekrar ediyorum: Konuyu krupiye belirler, yazar işler. Ortaya çıkan ürüne de insanlar yazı der.

Mesele bundan ibaret.

Temel kavramların tespiti

Kısaca şu: Yazacağımız konuyla ilgili kullanabileceğimiz belli başlı kavramları, sözcükleri, terimleri, deyimleri tespit ediyoruz; aklımıza geldiği gibi. Ve yazdığımız her kavramla ilgili hatırladığımız veya bir şekilde ilintilediğimiz bir diğer kavramı da not ediyoruz.

Şöyle açmayı deneyelim:

Şimdi… Elimizde ne var? Önce ona bakmak gerek, değil mi?

Çoğunlukla elimizde bir konu özütü bulunur; yani bizi asıl konuya taşıyacak, bize hareket noktası kazandırabilecek ilginç bir durum… Örneğin bizdeki kimi başka şeylerle irtibata geçerek hatıra ve hayalimizi tetikleyen bir olay yahut olgu. Veya bir filmde gördüğümüz ama bizi orada gördüğümüzden çok daha başka yerlere taşıyan bir sahne. Bazen günün bir ânında aklımıza birden düşüveren bir hatıra kırıntısı, bazen sokakta -çoğun yalnız- yürürken birden çakan bir şimşek parıltısının kazanımı… Veya şöyle bir görüp geçtiğimiz şeylere oranla bize kendisini daha bir gösteren bir insan, nesne, olay, olgu: Simitçinin bir anlık dalgınlığının yarattığı melûlluğun hüznü, annesinin köpek gibi sürükleyerek koşuşturduğu küçük bir kızın hâli, bir vitrindeki birkaç değişik nesnenin bir araya gelmesinin tuhaf cümbüşünün çağrıştırdıkları, bir arkadaşınızla konuşurken, -çok sıradan bir şeyden sözettiği hâlde- sizin o konu/insan/olay/olgu hakkında hiç de öyle düşünmediğinizi farketmenizin doğurduğu burukluğu arkadaşınızla paylaşmak istememekten kaynaklanan iç sıkıntısının çağrışımları…

Yahut da birinin size anlattıklarının; bizzat yaşadığınız, okuduğunuz, izlediğiniz bir olayın bütününün ta kendisi…

Evet, konu özütünden kasıt bu. Dikkatinizden kaçmamıştır ama ben yine de hatırlatayım: Sizden başka bütün insanların başı-sonu belli bir olay diye değerlendireceği şey asla sizin için konunun kendisi olamaz.

Hatırlatıyor ve hızla geçiyorum.

Kelimeler, kelimeler…

Bazen elimizde bu bile olmaz da, örneğin şöyle bir şey olur:

Demin sözünü ettiğim durumlardaki gibi, bir biçimde şahit olduğunuz bir olay, tip, kişi, olgu, vs ortada yoktur ama sizin bu temel insani mevzuatta birşeyler yazma ihtiyacınız vardır. Örneğin hamile bir kadını anlatmak isteyebilirsiniz. Veya doğum sancısını… bir hırsızın ilk icraını… bir mezar kazıcının ruhiyatını… bir timsah avcısını…

Yahut da biraz daha ayrıntılı bir çıkış noktasına sahipsinizdir: İstenmeyen bir hamilelikten kurtulmak için doktor randevusuna yarım saat geç kalmış bir kadınının muayenehane yolundayken karşılaştığı, annesi tarafından sürüklenen kız çocuğu sahnesini görmesi üzerine hissettikleri…

Dikkat edin, bunların hiçbirisi konu değil. “Ama falan dergide, filân ünlü hikâyeci aynen böyle bir konuda bir hikâye yazmış!” ya da “Feşmekâncanın en ünlü hikâye kitabındaki hikâyelerin çoğu tamı tamına böyle metinler.” diye koroya dönüşen sesinizi duymaktayım. Yine de ısrarla ve inatla bir kez daha belirtiyorum: Bunların beheri konu değil, konu adayı. Başka bir ifadeyle bizi konuya taşıyan şeyler.

“Elimizde ne var?” demiştim ya; oraya dönelim. Ne varmış elimizde? Bizi falanca veya filânca konuya taşıyacak müteharrik noktalar veya rüşeym hâlindeki mevzucuklar… Şimdi yapacağımız ilk iş, bizim mesleğimizin hususi hüviyeti niteliğinde. (Malûm, meslek ile sülûk arasında bir ilişki söz konusu.) O yüzden işe bir bilim adamı veya bir düşünüre yaraşır biçimde değil de, bir sanatçıya yakışır tarzda başlıyoruz:

Her şeyin başı çizelge

İnsan için n’idüğü belirsizliğini hâlen daha koruyan hatıra-hafıza- zihin-dimağ-hayal beşgeni var ya, işte oraya müracaat ediyoruz ilkin. Kelimelerden başlayarak kelime öbeklerine ve/veya cümle bütünlüğüne ulaşacak biçimde, kendimizi tamamen çağrışımların akışına bırakarak, aklımıza gelen ne var, ne yoksa, işe yarayıp yaramayacağına bakmadan alt alta kâğıda döküyoruz.

Hamilelik temasından hareketle çağrışan sözcük, tema ve bilgi kırıntılarının yandaki örnek tablosunu dikkatle incelemek gerek. Örneklendirme bir noktada özellikle kesildi; malûm, örneğin de cılkını çıkarmamak lâzım. Fakat bu faslı dilediğinizce uzatabilirsiniz. Artık o limonda hiç su kalmayana kadar sıkmanız, en azından limonu israf etmemek demek.

Unutmamak gerek, bu temadan çıkan kimi öğeler, rahatlıkla başka bir yazıya veya yazılara malzeme teşkil edebilir.

Gördüğünüz gibi, konuyla ilgili-ilgisiz dünya kadar malzeme çıktı ortaya. Ama demin rüşeym konu için tespit ettiğimiz şey burada da aynen geçerli: Bu malzemeden istediğimizi, dilediğimiz gibi kullanmakta özgürüz. İkinci şık için özgürlükten öte bir gereklilik de geçerli.

Sabır ve azim = yetenek

Bu arada, bu tür eskizleri asla atmamanızı, tersine definecilerin hazine haritalarını sakladıkları gibi itina ile kasalamanızı şiddetle öneririm. Konu bulamadığınızda veya bildik bir konuya farklı açılardan yaklaşamadığınızda çok işinize yarayacağı mücerreptir.

Bir nokta daha: Bilincinizi serbest bıraktığınız bir esnadan söz ediyoruz. Bu da, hayalin bütün kapılarını sonuna kadar açmaya çalışmak demek. Başka bir ifadeyle, her türlü sınırın, ayıbın, hatanın, sınırlamanın muvakkaten kaldırılması anlamına gelmekte. Bu aşamada mahremiyet sorgulamak haram.

Yine önemli bir husus daha: İşin başlarında bu yöntemden pek verim alamayabilirsiniz. Bebekler de ilk hamlede 100 metre engelli koşuya hazır hâle gelmiyor.

***

Çağrışım örneği tablosu

Şimdi örnek niyetine, hareket noktamızın, temamızın hamilelik olduğunu varsayalım ve ona göre işe girişelim: (Bu bölümü bütünüyle irticalen yazılmıştır. Başka bir ânda ve mekânda çok daha farklı bir manzara çıkabilirdi ortaya.)

hamile,

hami,

Tamil,

kadın,

kırışıklık,

armut,

kabak,

beklemek,

Adem ile Havva,

Eva,

ev,

evcil,

evlilik,

evsizlik,

aşerme,

aşı,

kaş,

Kaş,

kaşık,

kaşık düşmanı,

mutfakta bulaşık yıkarken bebeğin karnını tekmelemesiyle işine azıcık ara vererek mutfağın kumlanmış camından dışarı bakan anne adayının gözlerine vuran site bekçisi kulübesinin yansısı, ayaklarını açarak yürümek, süvarinin ayaklarının açısı, ekşi erik, ekşi elma, şu an piyasada bolca bulunan ithal yeşil elma, genetik müdahaleye uğramış ürünlerin arasındaki en başarılı üründür. Aylarca çürümez; görüntüsü muhteşemdir, lezzeti yerindedir. Ama besleyicilik oranı sıfırdır. Zararı hakkında ise hiçbir şey açıklanmış değil. Evet, birçok duyu organını, gözü, dili, burnu ustalıkla kandırmakta ama anatomiyi değil.

sunilik ve tabiilik,

insanoğlunun en köklü tabiiliğine, doğuma karışan sunilik: sezaryen,

sezaryenle doğan çocuk ile doğal yollardan doğan çocuk arasındaki fark,

doğal – doğum,

kuğu,

hayvanların arasında doğumu ve hamileliği insana en çok benzeyen hayvan hangisi?

bitkilerin arasında hayvanlar gibi çiftleşenler: örneğin midye

midye tava, midye dolma,

midye niçin mekruh? Çünkü o da kadınlar gibi aybaşı görür. Acaba benzerlik buraya kadar mı? İstiridyenin içine giren kum tanesinin inciye dönüşmesi. İstiridyenin hamileliği yani… İstiridye ile midye arasında biotik bir akrabalık var mı?