Kanarya Adaları’ndayız. Eylül 2014.
Adamımız Alvaro bir sörfçü. İyi bir dalga yakalamak için bu ücra sahilde. Mekân hakikaten cennetten bir köşe. Ama o da ne? Beklenmedik bir kaza ve fena hâlde bir sakatlanma. İn-cin top oynuyor sahilde. Ölümle burun buruna gelmek bu olsa gerek.
Hiç itiraz etmeyin. Sıradışı bir mevzu bu. Yani kahramanımız öyle ne dünyayı kurtarıyor, ne de çapraşık entrikalar havuzunda yüzüyor. Fakat klişe tam burada devreye giriyor: Bu ıpıssız sahil kenarında sakat bir şekilde yatarken hayatı bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyor. Yalnız (Solo) bu.
Aslında biz filmin açılış sahnesinde kahramanımızı ilkin uçurumun kenarında zar-zor toprağa tutunmaya çalışırken görürüz: Yaşamak, taşa-toprağa sarılmaktır; köklere. Kökenine. Çığlıklar, haykırışlar ve bağırışlar, dalga sesleri arasından ancak şöyle-böyle duyulurlaşmakta. Yalnızlık ve çaresizlik hâd safhada: Yaşıyoruz çünkü.
Biz ne kadar görmezden gelirsek gelelim, aslında hayat mücadelesi kumda bitimsiz bir yürüyüş. Zorlanarak. Çabucak yorularak. Öte yandan tutunmak, kök salmak demek. Tırnakları kuma geçirmek nafile; parmaklarla kumu pençelemek boşuna. Kum seyyaliyet demek; gelip-geçicilik. İnsan için yeryüzünde sübutiyet muhal çünkü.
Kaçınılmaz akıbet vuku bulur. Adamımız uçurumdan düşer ve belinden sakatlanır. Yürümek ne mümkün! Ancak zar-zor sürünebilmekte. Adeta Freud’un divanına uzanmış gibi sırtüstü yatarken mazisine sarkmakta. Sorulan sorular, bulunan cevaplar ve gidilen geçmiş dilimi değişse bile esas mesele hep aynı: Ben kimim? Niçin buradayım? Hayatımın maksadı ne? Niçin böyle yapayalnızım?
Ne Çok Acı Var Hayatta
İlk akla gelen şeyler beklendiği gibi pişmanlıklar… Boşu-boşuna kırılan kalpler, gereksiz incitmeler ve yersiz kalp kırmalar.
Uçurumun ucuna asılı kalmanın beraberinde getirdiği sorgulama süreci… Ben ne yaptım? Hayatın aslında her daim pamuk ipliğine bağlı kaldığını farketmenin doğurduğu telâş, ürperme ve korku.
Suyun yanıbaşında, başladığı yerde bitmeye yüz tutan bir hayat.
Meğer ne çok acı var insanın hayatında. Çekilenlerden katbekat fazla çektirilenler. “Her şeyle karmaşık bir ilişkim var; martılarla, gel-gitlerle, kumlarla. Hâlâ kimseye anlatmadığım şeyler var.” Böyle tanımlıyor kendisini kahramanımız.
Yalnızlık Korkusu
Hatıralar bir bir sökün ettikçe tanırız kahramanımızı. Karizmatik nutuklar atmak yerine dramatik sessizliklere büründüğünü, dünyanın yarısında sörf yapma isteğini tavizsiz bir ideal düzeyine taşıdığını, en önemlisi de kendisini gerçekleştirememenin o derin yarasını içinde günbegün büyüttüğünü öğreniriz. Ve böylelikle derin bir iç yalnızlığa yuvarlandığını. Bütün yâranı yanıbaşındayken hem de.
Annesiyle de, ablasıyla da, babasıyla da arası kopuk. Yahut limoni.
Adamımız için yaşamak deniz, rüzgâr, dalga, kum ve sabaha kadar kumsal eğlencesinden ibaret. Belli ki mesleğiyle meşgalesi arasında, birinin hakkını öbürüne yedirmemenin gizli formülünü bulmuş.
En önemlisi de bu ıssızlığın ortasına gelmesinin sebebini öğreniriz: Derin yalnızlığını kısmen giderdiğini düşündüğü yegâne dostunun, olgunluk dönemi geldiğinde bir nevi serseriliğe devam etmek yerine sıradanlığa yelken açması ve bir kız bulup Kanada’ya göçmek istemesinin içinde doğurduğu boşluk. İhanete uğramışlıkla karışık o dipsiz kuyu: yalnızlık korkusu.
Öte yandan, denizde geçen hayat denizde mi bitecektir?
Galiba “Niçin buradayız?” sorusuna ölümle burun buruna gelmeden sahici bir cevap bulmak mümkün değil. Hatta bu sorunun hakikatine varabilmek için bile serpintisinin kitaptaki bir cümle olmaktan çıkıp kana karışması şart. Ve yaşamak için uçurumdan atlamayı göze almak.
Bir yandan sığınılan hatıralar, öbür yandan tutunulan yalnızlıktan kurtulma isteği. Ve gerçeğin yerine kendisini ikameye yeltenen birsamlar. Ve bu birsamlarda görülen arkadaşlar, dostlar, ahbaplar ve elbette sevgili.
Telâfisiz Kimsesizlik
Film hikâyesini denizinki gibi gel-gitlerle anlatıyor. İzleyiciye de bir ruh hâlinden öbürüne geçmek düşüyor. Geçmiş, şimdi ve gelecek, makamlarını rahatlıkla birbirlerine devredebilmekteler. Hangi olay hatırlanmakta, hangisi şimdinin sonrası, tatlı bir ahenkle öbürüne karışmış durumda.
Aslında Yalnız, bütün o cilâlı dışyüzüne rağmen gün geçtikçe itibar kaybeden çağdaş yaşantının içyüzüne, bir birey üzerinden tutulmuş simsiyah bir ayna. O yüzden aynada görüntünün tecellisi için hayal şart. Hugo Stuven’in yönettiği ve Santiago Lallana ile senaryosunu yazdığı İspanyol yapımı film, görüntü yönetimiyle de ilgiyi hakkediyor. Sergio Jimenez Lacima imzalı müzikler de.
Elbette takdirlerin şahı, filmin kurduğu çağrışım yumağına: Hayatın manâsı masa başında değil, ancak ölümün kucağında keşfedilebilir. Ve kimileyin intiharın eşiğindeyken. Biteviye yalnız kalmak isteği midir intihar yoksa mutlak yalnızlıktan kaçış mı?
Ölümle mücadele ederken bir yandan da gereğince yaşamak için insanın bir amacı olmalı. Yoksa icat etmeli.
Tıpkı ölüm gibi hayatı da tek başımıza yaşadığımızı kabullendiğimizde ama ruhumuzun en derinlerdeki hücrelerine varıncaya değin kabullendiğimizde bambaşka bir yaşama anlayışı açılır önümüzde. Vicdan azabından, korkudan, hasetten, kıskançlıktan, iptilâdan, kibirden, bencillikten, gamdan, kederden, hafakandan, inkisardan ve bunların doğurduğu pişmanlıklardan azade olmayan, buna rağmen daha yaşanılası bir hayat.
İnsan ancak yeryüzündeki uçsuz-bucaksız yapayalnızlığını, telâfisiz kimsesizliğini ve bitimsiz çaresizliğini idrak ettiğinde varlığının farkına varabilir.
Varoluşunun da.
Ve kimbilir belki sebebinin de.