Bir soysuzlaştırma modeli olarak arabesk

Yıllardır biriktirdiği bütün plaklarını elinden çıkaran ve piyasaya sürülür sürülmez CD’ye ‘dönen’ aydının tavrı mı, yoksa aynı CD’yi bir muska gibi arabasının camına takan halkın tavrı mı daha arabesk?

Bu soruya cevap verenlerden ilk elde harcanması kolay gibi görünen ikinci şıkkı seçenlere bir bakın; göreceksiniz ki tümü ilk seçenekte bulunmalarını gizlemek adına böylesi bir tavır içine girmekteler. Hâlbuki zihnimizi ve kabul sınırımızı fazlaca zorlarsak, yüzyıllardır kimi dilek ağaçlarına çaput bağlamak ile arabanın camına CD bağlamak arasında bir ‘gelenek’ bağı kurabiliriz belki ama ya ‘iyi olan’ dururken, sırf daha cilâlı, makyajlı ve albenili bir ses veriyor diye, dünyanın bugüne değin icat edilmiş en iyi ses kayıt tekniği ürünlerini bir tarafa bırakan, yalnızca sesi daha yuvarladığı için ‘katışıksız’ bir ses sunan CD’ye yönelen aydın tavrını hangi gelenekle, hangi anlayışla, hangi beğeni ölçütüyle açıklayabiliriz? Bu biraz da patolojik durumu, Türk aydınının 250 yıldır yakınılan köksüzlüğünden, anlayışsızlığından, kavrayışsızlığından, hazırlopçuluğundan yahut kofluğundan başka neyle bağlantılayabiliriz?

Dilerseniz şu ‘arabesk’ arabesk kabulünden başlayalım:

Ne anlaşılması gerekir arabesk kavramından?

Minibüsçülerin bağrına bastığı bir müzik türü mü, Batı’ya özgü bir sanat anlayışı ve bu anlayış doğrultusunda kotarılan bir bezeme formu mu?

İkisi de değil. Çünkü arabeski yalnızca bir dönem Batı plâstik sanatını etkilemiş, bol cafcaflı, aşırı abartılı, o yüzden de barok’a benzerliğine karşın küçümseyici tavrı barındıran bir adlandırmayla yaftalanan bir bezeme formu olarak anlamıyorsak, 1970’lerde ülkemizde ortaya çıkan bir müzik türü olarak da anlamıyoruz demektir.

Ne diye mi?

İkinci anlamıyla arabesk, taraftarları geleneksel müziğimizin bir parçası olduğunu varsayarak bir savunma sergileseler ve bu savunma bütünüyle bir aldatmacadan ibaret olsa bile, yine de tümden yanlış değil; çünkü arabeskin geleneksel müzik yapılarımızla sahiden de bir ilintisi var. Ama bu ilişki, övünülecek değil yerinilecek bir ilişki. Niye mi?

Batakhane Duyarlılığı

 Arabeskin beslendiği damar, savunucularının dillerine doladıkları gibi Türk Sanat Müziği’ni kendisine yayılıp otlama alanı seçmiş değil; belki o alanın en tiksinti uyandırıcı biçimini teşkil eden, o yüzden de yüzyıllardır ısırgan otu muamelesine maruz bırakılan meyhane ve batakhane duyarlılığının ve dilinin bir üvey çocuğu. Ne ki sırf bu açıdan bakıldığında, en azından bu ülkedeki kimi duyarlılıkların bir uzantısı olduğunu teslim etmek durumundayız; kaldı ki bu duyarlılık, daha aşağısı işaret edilemeyecek bir duyarlılık olsa bile.

Peki ya daha düzeyliyi, kültürel güdü çapında olsun ayırt edemeyen zihni nereyle bağlantılayabiliriz?

Demek ki arabesk sınavının verildiği alan, bir müzik formuna taraf olmak ya da ona karşı olmak aşamasında değil, bir yaşama ve kendini ifade tavrında ortaya çıkmakta. Dahası, en ciddi hata, bu ifade tavrını yalnızca müzikte aramakta.

O yüzden, arabeske mazi, yani bir tür asalet arama çabaları boşuna.

Öte yandan, arabeske bir asalet addetme gayretlerini de görmezden gelmemek durumundayız. Çünkü arabeskin tarihini bir açıdan 250 yıl önceye değin uzatabilsek de, bir toplumu oluşturan istisnasız bütün bireylerin kanına karışması anlamında toplumsallaşmasının tarihini ancak 1920’lere değin götürebiliriz. 1950’lerden başlayarak da arabeskleşmemizin, (Batılılaştırılma olgusu, bir söylem olarak bile terk edildiğinden, yerini alan yeni yönelimin) Amerikanlaştırılmamızın tarihiyle atbaşı gittiğini görürüz.

Arabesk her yerde

Bugün bu gidiş, en olgun meyvelerini devşirebilir durumda:

Arabesk bizim içimizde artık. Aydınımızın tüm icraatında, akademisyenimizin bütün bilim hayatında, yazarımızın külliyatında… Bilim adamının, tezini hazırlarken yaptığı aşırmalarda; henüz çiçeği burnunda araştırma görevlisiyken, hocasının yaptığı bilim ahlâksızlıklarına göz yummasında; daha acısı, sırası gelip kendisi de hocasının konumuna yükseltildiğinde, hocasından gördüğünün aynısını sürdürmesinde…

Kavrayamadığı düşünceleri alıntı yumağına boğarak örtmeyi seçen araştırmacının ürününde arabesk…

Yazarımızın, anlamadığını kendisine itiraf edemediği Batı edebiyat ürünlerinden yalapşap aşırmalarını edebi yenilik diye yutturmasında… Düzgün cümle kuramamasını “Biliyorsunuz, ben bilinç akışı tekniğini kullanıyorum” diye geçiştirme çabasında…

Onca düzeysizliği yetmiyormuş gibi, 128 yıldır National Geographic’in yapamadığını her canı sıkıldığında yapan, kişiliğinin simgesi niteliğindeki logosunu aklına estikçe değiştiren, bunu da yenilik diye açıklayan; bir türlü tutturamadığı sayfa mizanpajını yılda iki kez değiştirmeyi estetik kaygı diye tanıtan basının yaptığı kişiliksizlik arabesk…

Arabesk, siyasilerin seçmeninin gözünün içine baka baka söylediği yalanlarda; o yalanlara göz göre göre inanmış gibi yaparak yine onu seçen insan tavrında…

Kişiliksizliğin büründüğü kişilik

 Ya şu 1970’lerin sağdaki düşüncesizlikle, soldaki vukufsuzlukla aynı hizada ilerleyen müzikli söylem tavrı?

Bu konuda söylenebileceklerin handiyse tümü zaten o dönemin gerekliliklerinde saklı değil mi? Bir ideolojik tavrı birkaç satırla formüle eden ve bu formülü neredeyse bütün insan ve toplum sorunlarına uyarlamaktan çekinmeyen, üstelik bu uyarlamayı bir biçimiyle kesinkes tutturan anlayışı arabeskin dışında neyle açıklayabiliriz?

Ya yine aynı yıllardaki, düşünceden kaçmayı sürü sepet mazeretle kılıflayan, dahası bu kaçışa kimi dini referansları da alet etmekten kaçınmayan tavrı nasıl açıklayacağız? Peki ya daha öncesinin altı oka indirgenmiş resmi dünya görüşünün kofluğunu?

Demek ki arabesk, Cumhuriyet’in en başından beri ta içimizde. İşte hem o tavrın adı arabesk, hem de o tavrın yasakladıklarıyla kendisine hayat hakkı bulan müzik söyleminin.

Merhametle yoğrulu, ümitle bezeli, gayretle hararetli manâ kazanlarında ruhunu pişirdiği dergâhlarda icra edegeldiği Tekke Müziği’nden ya da onun bir üst katmanında yer alan Divan Müziği’nden koparılan, bu yetmezmiş gibi kendisini en iyi biçimde ifade ettiği türkülerinden, onların doğduğu ruh ortamından uzak bırakılan ve inatla kendisine zihin bağı kuramayacağı Batı Sanat Müziği dinletilen zavallı Anadolu halkının bir tepkisi… Arabesk bu! Kusmuk biçiminde dışa vuran bir tepki. Bunda şaşıracak ne var! Yönü şaşırtılan, bir o yana bir bu yana döndürülen, bir gün ondan, öbür gün şundan önüne sürülen, zihin ve mide fesadına uğratılan bir toplumda görülecek ilk hastalık belirtisi baş dönmesinden başka ne olabilir? Başı dönen, midesi bulanan, kusarak rahatlamaz mı?

Yabancı arabesk de mi varmış?

Siz bakmayın dar anlamıyla arabeskin geleneksel müziğimizden kimi kırıntılar barındırır gözükmesine. Arabesk, en başta geleneksizlik demek.

İşin gözardı edilen tarafı şurası sanırım: Arabesk, yalnızca bize reva görülen bir soysuzlaştırma modeli değil.

Örnek mi?

Din kardeşliğimiz bir tarafa, aynı zamanda bir zamanlar aynı mercie tabi olduğumuz tebaadaşlarımızın, Cezayirliliği bir tarafa bırakıp Fransız olmak için çırpınmaları sonucunda kendilerine bahşedilen alanda dillendirdikleri, biraz Arap ezgili, biraz Fransız popu soslu rai denilen ve dünya radyolarını kasıp kavuran müzik, arabeskten başka ne! Yerli arabeskten, “Ayy, ne iğrenç şey!” diye tiksinen ve nev-zuhur cehaletle zevksizliği aynı çatı altında abideleştirenler, Rachit Taha’lı Ya Rayah’ı dinlerken; Türkiye’de en seçkin müziği seslendirdiklerini reklam cıngıllarında vurgulamaktan geri durmayan radyo istasyonlarını bile boyunduruğu altına alan Noir Desire’lı Le Vent Nous Portera’yı çaldıklarında, nasıl oluyor da kendilerinden bunca geçmelerini seçkinlikleriyle bağdaştırabiliyorlar dersiniz?

Demek ki sahiden de arabesk içimizde.

Zihni bir mekanizma

Ne ki asıl, bir müzik türü değil arabesk, bir yaşama ve kendini ifade etme türü… Meramını günlük dile sığıştırma dürtüsü… Her ne dile getirilmek isteniyorsa onu düzayak söyleme yönelimi…

Ölümü üzerine kaleme sarılan arkadaşlarını, “Rahmetli sade ve anlaşılır bir dille yazardı.” dedirtmek için çırpınan Cumhuriyet devri yazar kaygısı… Bilmediklerini bilinmiyor varsayarak, sık sık yeni kıtalar keşfeden ve bu keşiflerini “Türkiye de ilk kez” yaftasıyla sunan Cumhuriyet düşünürü tavrı…

Kesintiye uğratılmış bir medeniyetin, 90 yıllık tarih dilimi içinde üretebildiği biricik orijinal düşünme ve davranma tavrı arabesk. Kafası kopuk bir bünyenin akılyürütmesinin ürünü düşünce… Beden güdüleri bile güdükleştirilmiş bir bünyenin üretebileceği denli orijinal ve acılı bir tavır… Zavallılaştırılmışların zavallılıklarını dillendirdikleri kaba, keskin ve kesik bir ağıt…

Asıl arabesk, aynı adla kendisine sunulan müziğe “Tu kaka!” derken, adı o olmayan hemcinslerine kucak açan seçkin düzeysizliği… Asıl arabesk, arabeskin bir hayat ve kendini dillendirme tarzı olduğunun ayırdına varmamak, böylelikle de içinde bulunduğu halin farkındasızlığıyla ha bire arabesk karşıtlığı yapmak, üstelik bu karşıtlığı da yalnızca müzikle sınırlamak.

Asıl arabesk, ortak duyarlılık yutturmacasına sığınarak kişisel banalliklerini toplumsal duyarlılık diye pazarlamayı ayıptan saymamak.

İşte o yüzden arabesk bir çeşit pornografi.

Düzeysizlik Nasıl Marifet Oldu?

 Tek bir zevksizin güdük zihninin ürünü gibi duran ve hâlâ patladığı savunulan yeni pop müziğinin, şu çıktığı günden beri yerin dibine batırılan türdeki müzikli söylemin bile aşağısına düştüğünü görememek asıl arabesk. Dahası, yeni pop müzik ile arabesk arasında bir ayrım varmış gibi davranmak. Böylelikle, örneğin Kıraç’ı, arabeskin kurucu babası sayılan Orhan Gencebay’dan üstün tutmaya çalışmak asıl arabesk. Muazzez Abacı’nın gerdan kıvırmasını Türk Sanat Müziği sanmak, Sezen Aksu’daki sığlığı görememek, Ahmet Kaya’nın tek torna ürünü kabadayı söyleminde ağırlık vehmetmek, Barış Manço’nun kimi Batı Pop Müziği adamlarından, nasılsa Türkiye’de tanınmıyorlar diye çekinmeden ‘derlediklerini’ gözardı ettirmek için çırpınmak arabesk.

Peki, düzeysizliğini marifetmiş gibi pazarlamayı sanat haline getirenleri kim engelleyecek?