Pinokyo, Polyana, Alice Harikalar Diyarında, Moby Dick, Güliver’in Seyahatleri, Don Kişot, Heidi…
La Fontaine, Ezop, Alexander Dumas, R. L. Stevenson, Cervantes, Herman Melville, Lewis Carrol, Carlo Collodi ve hatta Jules Verne külliyatının neredeyse bütünü.
Çocuk Edebiyatı dendiğinde hemen akla gelen kitap isimleri ve yazar adları.
Evet, tümü de klâsik. Elbette klâsiğin birçok anlamı var. Ama burada işaret edilen, daha çok meramlarını tasarlama ve ifade etme yaklaşımı olarak bu kitapların üretilme tarzı ve yazarlarının yazma anlayışı… Açacak olursak, bütün bu anılan eserler, formel açıdan kendisine destan ve sözlü halk edebiyatını, gizli veya aleni örnek alan, çoğunlukla çizgisel ilerleme akışını barındıran veya bu anlayışı ancak belli oranlarda ve etkileyiciliği artırmak için kısmen deforme eden, en önemlisi de anlatımından çok, anlattığıyla kendisini tanımlamayı tercih eden edebiyat kabulünün ürünü.
Kaba bir bakış bile anılan yazarların ve kitap isimlerinin arasında son yüzyıla denk gelen bir tanesinin bulunmadığını farkedebilir. Niçin acaba? Modern edebiyat anlayışının (Anlayışlarının demek elbette daha doğru.) çocuklarla ilgili nasıl bir sorunu var ki Çocuk Edebiyatı gibi bir alanda eser veremiyor? Veya çocuklukla?
Hiç bitmeyen bir öykü
Michael Ende mi demiştiniz? Özellikle de Bitmeyecek Öykü, değil mi? Elbette yok saymayacağım bu örneği. Tersine, becerebildiğimce açacağım. Yani bir kitabın, daha tasarlanırken muhatabının çocuklarla sınırlanmasının, o kitabı Çocuk Edebiyatı’nın bir örneği hâline getirip-getirmeyeceği meselesi, zaten bu yazının odak meselesi.
Yukarıdaki kitap ve yazar isimlerini sıraladıktan sonra sorulması pek de akla gelmeyecek, sorulduğunda da yadırganacak sorumuzu sormadan önce bir-iki hususu hatırlamakta fayda var:
Anlam ve değer bakımından kökten ayrışsalar da Amerikan Sineması ile (Elbette daha isabetli bir ayrım için Hollywood Sineması tabirini kullanmak gerekir) edebiyat arasında şeklen bir benzerlik kurulabilir. İkisi de varlıklarını türlere borçludur. Yani Amerikan Sineması, korku, polisiye, bilim-kurgu, macera, dram, komedi gibi türlere ve alttürlere yaslanır. Edebiyat da şiir, destan, hikâye, roman, hatıra, günlük ve mektup gibi türlere ayrılır. Örneğin roman çok genç bir tür iken mektup artık yaşamayan bir tür hâlini almıştır. Toparlarsak, edebiyat türlerden müteşekkildir dense yeri. Dahası biz edebiyat dediğimizde aslında edebiyatın kendisini değil de nesnesini, yani şiir, hikâye ve roman gibi öğelerini aklımıza getiririz. Fakat hakiki manâsıyla edebiyat, elbette zikredilen öğelerinden bağımsız, bizatihi bir vasıf konumundadır. O yüzden de bu bağlamdaki edebiyat, hem felsefenin, (edebiyat kuramı) hem de bilimin (edebiyat bilimi ve eleştiri) yöntemleriyle irdelenebilmektedir.
Türlerin kökeni
Tam burada hatırlamamız gereken husus şu: Hollywood ve Bollywood gibi film üretim merkezlerini ve bu merkezlerde şekillenen sinema anlayışlarını bir tarafa bırakırsak hem Avrupa Sineması’nda, hem de Uzakdoğu gibi Batı-dışı kültürlerin ürettiği sinema anlayışlarında Hollywood’unki gibi kesin ve keskin ayrımlarla tür sinemasına rastlayamazsınız; tür filmi kategorisine giren yığınla örnek bulunabilmesine rağmen üstelik. Çünkü örneklerin çokluğu, tür anlayışının varlığına işaret etmemekte.
Sinema ve tür ilişkisine dair bu bilgiyi yedeğimize alarak devam edelim: Tür olgusu, yapısı gereği, yekdiğerinden ayrıldığı hususları dışarıda bırakmaya meyyaldir. Belirgin bir karşılaştırmayla anlatalım; polisiye türü, yapısı gereği, örneğin bilim-kurgu türünü dışarıda bırakır. Tıpkı hikâyenin, ilkece, şiiri veya denemeyi dışarıda bırakması gibi.
Bu açıklamalardan sonra şimdi de soralım: Sahiden de Çocuk Edebiyatı diye bir tür var mıdır? Masal, halk hikâyesi, destan, roman, destan gibi akraba türlerden biricik farkı, muhatabı mıdır? Muhatabının farklılığı bir metni tür düzeyine taşır mı?
Çocuklar içinleştirmek
Şimdi herkeslerin bildiği, (bildiğini sandığı) fakat nedense mesele üzerinde düşünülürken her daim göz ardı edilen en önemli hususa işaret edelim: Dünyada Çocuk Edebiyatı başlığı altında anılan kitapların hiçbirisi, aslında çocuklar için yazılmamıştır. Tersine, bütün ünlü çocuk kitaplarının birincil muhatapları yetişkinlerdir. Hatta Moby Dick gibi bir romanı anlayarak okumak, yetişkinlerin çoğu için zorların zoru bir gayreti şart koşar.
Fakat aslında yetişkinler için yazılmış bütün bu kitaplar, daha sonra işinin ehli editörler tarafından çocuklar içinleştirilir. Onların ruh ve zihin dünyasına uyarlanır. Hatta farklı yaş grupları için farklı uyarlamalarla sıklıkla karşılaşırız.
İlginçtir, çocuklar için kaleme alınmış kitapların arasında, çocuk klâsiklerine girmeyi başaran bir örneğe rastlayamayız.
Tarihte ilk kez ben söylemiyorum bu tespitleri tabii ki. Çocuk Edebiyatı meselesinde bu türden düşünceler serdedenler az da olsa var elbette. Örneğin Çehov. Eylemelerden hareketle insanı anlamanın ve anlamlandırmanın piri Çehov da edebilikten tavizle elde edilen bu türden metinlerin, bırakalım Çocuk Edebiyatı üst başlığı altında, edebiyatın içinde dahi değerlendirilemeyeceği görüşünde. Belki de bu edebiyatı yanlış anlamlandıranlar, şu husus üzerinde derin derin düşünmek durumunda: Çocuklar için yazmak, hem çocuklar için, hem de yetişkinler için kimi sakıncalar mı barındırmakta?
Bizde çocuk edebiyatı
Bizdeki Çocuk Edebiyatı şaheserleri, zaten lâedri. Dahası bir yazara ait değil. Yüzyıllar boyunca, farklı meslek ve meşrepteki insanların küçücük katkılarıyla adım adım mükemmelleştirilen, bütün bireysel yaratı kusurları tıraşlanan, deyim yerindeyse halkın ortak dehasının şekillendirdiği masallarımız, destanlarımız, halk hikâyelerimiz… Bir de Çocuk Edebiyatı örneklerimize bakalım. Hangisi bu andıklarımızla aynı tür kümesine girebilecek kıratta? Kemalettin Tuğcu mu yoksa?
Türk Edebiyatı’nda 80’li yıllara damgasını vuran Cahit Zarifoğlu, modern edebiyatı bütün esaslarıyla kavrayabilmiş, o yüzden de şiirlerinin yanında yazdığı hikâyelerle de, romanlarla da ilgi çekmeyi başarabilmiş birkaç kişiden biri. Ne ki çocuklar için yazdığı kitaplarda, bırakalım şiirinin düzeyini; hikâyelerindeki veya romanlarındaki düzeyin bile yanına yaklaşamamakta. Niçin acaba?
Rilke’nin bu karasevdalı müridi acaba niçin çocuklar için yazarken, büyükler için yazarkenkinden bu düzeyde aşağıda kalmakta?
Esaslı bir soru bu.
Kim bilir belki de işin en başında muhatabı çocuk diye sınırlamak, kitabın çocuklar içinliğini pekiştireceği, hatta çocuklara yönelikliğini garanti edeceği zannı naif bir iyi niyet barındırmakta. Belki de her fırsatta “Türk Çocuk Edebiyatı…” filân diye sayıklayacağımıza, “Bizde niçin dünyadaki gibi Çocuk Edebiyatı yazarları yok?” diye vahlanacağımıza bir ân önce asıl eksiği farketmemiz; bu edebiyat alanına vâkıf, moda ifadesiyle, içindeki çocuğu katletmemiş, onunla temas kurmayı sürdüren, Frengistan’daki meslektaşlarıyla aşık atabilecek kıratta editörler yetiştirmemiz gerek.
***
Bir bebeği gözlemlemek
Çocuk Edebiyatı meselesi elbette önemli. Ne ki bizim galiba çok fazla ihmal ettiğimiz bir başka mesele daha var; o çocuğun yetişme şartları: bebekliği.
Türkçede bebekle ve bebeklikle ilgili şaşırtıcı miktarda kaynak bulabilirsiniz. Fakat bu kitapların istisnasız hepsi çocuk bakımıyla ilgili. Çocuğun nasıl beslenip büyütüleceği elbette kendi içerisinde çok mühim. Peki ya o bebeğin ruhu nasıl beslenecek? O bebeğin duygu gelişimi nasıl yönetilecek? Bu konudan handiyse bihaberiz.
Bebeği Anlamak – Aile İçinde Bebeği Gözlemlemek adlı kitap, işte tam da bu aşırı ihmal edilmiş alanda önemli bir kaynak. Bağlam Yayınları tarafından 2016’da yayımlanan kitabın yazarları Nergis Güleç ile Jeanne Magagna. Kitabın çevirmeni ise Serap Serbest Saygılı.
Bebek bakımı… Bebek gözlemi… Birbirinden çok farklı iki kavram.
Kısaca bakalım: Bebek gözleminin hikâyesi 1940’lı yıllarda Dr. John Bowly’nin çocuk ve ergen psikoterapisti olacak öğrencilere yönelik bebek gözlemi üzerine bir ders konmasını istemesiyle başlar. Bu ders, öğrencilerin haftada bir saat bebeği ailesi içinde gözlemleyerek gelişimine tanık olmasını sağlıyordu. Ayrıca gözlem sonrasında alınan notların ve ziyarette yaşananların haftada bir seminerlerde sunum hâlinde aktarılıp tartışılmasını şart koşuyordu. Bu eğitim sadece bebek gelişimine değil, yetişkin psikolojisine dair önemli katkılar sağlar.
Bebekli bir aileyi gözlemek
Bebeği Anlamak kitabının önemli bir bölümü bebeğin aile içindeki gözlemi üzerine yazılmış metinlerden müteşekkil. Gözlemler uzmanlara hitap ediyor aslında. Ama konuyla ilgili meraklılara hazine niteliğinde deneyimler, ayrıntılar, ipuçları ve işaretler sunmakta. Yalnızca bebeği anlamak için değil, kendini anlamak için de üstelik.
Öncelikle yöntemin ayrıntılı bir biçimde anlatıldığı makalede gözlemcinin aile dinamiklerini anlaması, ailenin gözlemciye atfettiği rolleri incelemesi konusuna odaklanır. Aynı zamanda gözlemcinin katlanması gereken karmaşaları ve gözlem çalışmasında ortaya çıkan engelleri de derinlemesine açıklar.
Süreç şöyle işler: Gözlemci doğuma çok yakın olan bir anne ve ailesiyle anlaşır. Doğum sırasında ve sonrasında iki yıl haftada bir saat, bebeği gözlemlemek üzere aileye düzenli ziyaretlere başlar. Annenin bebeğiyle ilk temasından babayla ilişkisine değin birçok öğeyi gözlemler; bazen bakıcıların ve büyükannelerin de yer aldığı ilişkiler ağının içine girer.
Burada gözlemcinin en büyük ilkesi tarafsızlıktır. Tarafsızlık içerisinde, olan-biteni gözlemlerken kişi, aynı zamanda kendinde teşekkül eden duyguları da inceler. Örneğin annenin bebeğine karşı yetersizlik duygularını, bebeğin çaresizliğini, müdahaleci büyükanne olgusunu, yerinden edilmiş babayı müşahade eden gözlemci, bütün bu gelişmelerden fazlasıyla etkilenir. Bu etkilenmeler ve yankılar, ziyaretin ardından mercek altına alınarak yazıya dökülür. Haftada bir seminer grubunda sunumda tartışılır. Ama bir saatlik ziyarette perhiz ilkesi uygulanır. Yani aile içerisindeyken yorum yapmak, herhangi bir gerekçeyle anneye veya aileye müdahale etmek, söz konusu bile değildir.
Bebek diye bir şey var mı?
Kitaptaki tüm gözlemler, Winnicott’un “Bebek diye bir şey yoktur. Yalnızca anne ve bebek ilişkisi vardır.” düşüncesini ispatlar niteliktedir.
Bebek dünyaya sarılıp sarmalanacağı, kusursuz bakım verileceği ön bilgisiyle gelir. Peki anne, bebekliğinde bu sarılıp sarmalanmaya ne kadar doymuştur? Çünkü bebeğin annenin teniyle kendi tenini irtibatlandırabilmesi, yani kişiliğini tesis edebilmesi, annenin ve ailenin sevgi akışını sağlayabilmesine bağlıdır.
Bebeğin bütünleşmemiş ve parçalı kendiliğini bir arada tutan annenin merkezi rolü kitaptaki kanlı-canlı gözlemlerle ortaya konur. Bebeğin anneden devraldığı sevgiyle hayat boyu ruhi yaşantısını, düşlemlerini ve düşüncelerini tebellür ettirişinin izi sürülür kitapta. İyi ama anne, bu nitelikleri bebeğine sunabilecek duygu donanımına ne oranda sahiptir?
Hayır, sözkonusu metinler anneyi yargılamıyor. Tersine, bebeğini büyütme esnasında annenin çektiği ıstırabı okurun gözlemlemesine imkân sunuyor.