Bir hizmetçi bana ne öğretebilir ki!

Sinemadaki başarılarımız sınırlarımızın dışına taşmakta mı? En azından dizilerimiz gibi belli piyasalarda satabilmekteler mi? Niçin acaba? Sinemamız, dizilerimizden daha niteliksiz diye mi böyle? Yoksa tersi mi geçerli? Dizilerimiz, ancak niteliksizliklerini kaldıracak çevrelerde iş yapabilecek tarzda kotarıldıklarından mı sonuç böyle?

Elbette Türk Sineması, bütün başka zihin etkinliklerinde gösteremediğimiz oranda bir tırmanışa geçmiş durumda. Şimdilik en ciddi zaafı, söyleyecek sözünü, kendince söyleyecek dili henüz keşfedememesi. Ne ki bu keşfin derin sancılarını tespit etmemek haksızlık.

Türk Sineması ancak şimdilerde varlık sahasında tezahür fırsatı yakalama peşindeyken, birçok açıdan yapılacak bir karşılaştırmada burun kıvırmaya hazırlanacağımız Brezilya, çoktan kendine mahsus bir sinemaya sahip bile.

Bu arada vurgulayalım: Bir ülkenin varlığı, o ülkede nice film çekilmesine rağmen, o ülkenin bir sineması DA olduğu anlamına gelmez. Ülke sineması biraz teknik bir tabir… Ve içi de kendine özgülükle ancak doldurulabilecek örneklerle ortaya çıkmakta. Başka bir ifadeyle, bir ülkede çekilen filmler, başka ülkelerde çekilenlerden farklı dil ve anlatım özellikleri barındırıyorsa, üstelik bu farklılıklar, her kafadan bir ses kakafonisinden uzaklaşıp bir ortak ahenge evrilmişse, orada ülke sinemasından bahsedilebilir diyebiliriz.

Kendi ülkesini tahkir

Dünyada bir Türk Sineması’nın varlığı, belki 2.000’lerden sonra telâffuz edilmeye başlandı ama bir Brezilya Sineması epeydir var. Etnik yapısı, kendine mahsus hayat anlayışı, Lâtin kültürüyle yoğrulmuş geleneğin şekillendirdiği toplum dinamikleri…

Vurgulamakta yarar var: Lâtin dünyasının bazı sinemacıları yurtdışında kendi kültürlerini yansıtmaya sıvandıklarında, tıpkı bizim yönetmenlerimizin yaptıkları gibi, ülkelerinin sıkıntılarını, yoksunluklarını, yoksulluklarını yansıtmayı marifet bildiler bir zamanlar. Özellikle de 70’lerde. Öte yandan, uluslararası yarışmalarda aldıkları ödüller, festivallerde devşirdikleri takdirler de kendi ülkelerini ne oranda şikâyet ettikleriyle birebir ilintiliydi.

Tam burada, ülkemizden bir Yılmaz Güney’i, Şerif Gören’i, Ali Özgentürk’ü düşünün… Bir de bambaşka ve tamamen yaratıcı kaygılarla iş görme gayretindeki Nuri Bilge Ceylan’ı…

Büyük şehirde bir taşralı

Anna Muylaert imzalı Annemle Geçen Yaz/Que Horas Ela Volta bir Brezilya filmi. Peşinen söyleyelim, demin anlattığım tarzda bir film değil. Yani acıları, yoksunluk ve yoksullukları teşhir üzerinden iltifat dilenmeye tenezzül etmiyor. Tersine film, genç bir kadının elinden çıkmış, kadın karakteri üzerinden kadın bakışını yansıtmaya çalışan, yumuşak dilli ama hayatın sert ve sivri uçlarını işaretten kaçınmayan bir yapım. Küçücük bir mücevher sadeliğinde ama aynı zamanda göründüğünden fazlasını vermeye hazır ebatta.

Filmin konusu size tanıdık gelebilir:

Uzun zamandır San Paolo’da bir zenginin evinde hizmetçilik eden Val adlı taşralı bir  kadın, aynı zamanda evin yeniyetme oğluna dadılık da etmekte ve bu aileyle birlikte yaşamaktadır. Beheri süit odalardan birinde değil de, ardiyeden bozma penceresiz bir odacıkta elbette. Evin bütün yükünü omuzlayan kadın, evet, evin ahalisinden biriymiş gibi görünmektedir. Ama bu, yalnızca bir görüntüden ibarettir. Dışlanmamaktadır ve küçümsenmemektedir ama takdir edilmemektedir de. Varla yok arası bir berzaha itilmiştir sanki.

Kayıp ruhlar müzesi

Kim bilir buna benzer ne kadar film izlemişsinizdir, değil mi?

Hiç de bile! Biraz kulak kabartın, şiddetle yanıldığınızı teslim edeceksiniz. Çünkü Annemle Geçen Yaz’ı benzerlerinden ayıran yönler çok farklı.

Bir kere film, bu temanın rahatlıkla akabileceği mizahi öğelerden bilinçli bir biçimde uzak durmuş. Bambaşka bir derdi var yönetmenin çünkü.

İkincisi, bildik film kurma trüklerinden şiddetle kaçınmış. O yüzden de karşınızda, her ân zayıflayacakmış, ayağı sürçecekmiş gibi duran ama tersine, gayesine emin adımlarla ilerleyen, üstelik hiçbir banallik barındırmayan bir yapım var.

Üçüncüsü ve en önemlisi, film gücünü aslında hikâyesinden değil, o hikâyede yeralan karakterlerin vasıflarından alıyor. O yüzden de Annemle Geçen Yaz, ne Hollywood filmlerinde gördüğümüz tarzda uç psikolojik karakterlere başvuruyor, ne de beklenebileceği gibi Avrupa Sineması’nda karşılaştığımız karakter tahlillerinden medet umuyor. Filmi bunca önemli kılan da zaten böylesi hazır reçeteleri elinin tersiyle itmesi değil mi?

O yüzden karakterlere dönelim biz de:

Evin ahalisinin beheri ayrı dünyalarda yaşamaktadır adeta. Evin kadını, moda sektöründe çalışan, alanında ünlü ama aslen niteliksiz, entelektüel açıdan zayıf, kendini işine adamış, yalnızca biricik oğlunu değil, kocasını da ihmal eden biri. Üstelik bu ihmali anlayamayacak bir tarzda kendisini işine kaptırmış, daha doğrusu içindeki boşluğu işgüzarlıkla boğmaya çalışan fakat odaksız ihtirasını dizginleyemeyen biri. Varlığını, gördüğü takdire borçlu…

Evin erkeği zengin bir mirasyedi. Sürekli depresyonda. Karısının zıddına işini ihmal eden, hatta işi varmış gibi görünmeyen; bir zamanlar ilgilendiği resmi de bırakan, bütün gün yataktan çıkmayan bir tip. Belli ki zengin babası tarafından ilgisizliğe ve sevgisizliğe terkedildiği için aradığı medeti yatağın yumuşaklığında arıyor. Çaresizce.

Zayıf erkek, güçlü kız

Liseli yeniyetme, sevgisiz ve ilgisiz büyümeyi derslerine ve hayata ilgisizliğe taşımayı seçen, kayıp kuşağın mümtaz bir namzedi. Bütün varlık sebebi cinsellik. O da, deneyimleyememenin ıstırabı şeklinde tezahür etmekte. Belki ilk cinsel deneyimleriyle umduğunu bulamamanın hayal kırıklığı yüzünden bambaşka dikenli yollara sapmaya teşne.

Annesinden şiddetle arzuladığı ama bir türlü gelmeyen şefkatin yokluğunu, babasından hiç duymadığı takdirin boşluğunu dadısı Val’ın sıcak sözlerinde, saçlarını okşamasında arıyor. Hatta o her şeyi içinde barındıran odası yerine, dadısının o küçücük odasını, bir kişiye bile yetmeyecek yatağını tercih ediyor.

Bir gün Val, 10 yıldır görmediği kızı Jessica’nın yanına geleceğini öğrenir. Yeni bir karakterin işin içine girmesiyle yalnızca Val’ın değil, evin bütün ahalisinin hayatı değişecektir.

Evin oğluyla yaşıt Val’in kızı, bir hizmetçi kızı gibi düşünmemekte, öyle davranmamaktadır. Sınıf farkı, para, pul, imkân, itibar… Bunların sanki onun dünyasında yeri yoktur. Onun dünyası, içinde yaşadığı gerçeklere göre çok yukarıda bir yerlerdedir.

Tıpkı gözü gibi. Geldiği taşranın ona vadettiklerine kulak tıkayarak mimarlık okumayı hayal etmektedir örneğin. Küstah sayılabilecek kadar kendinden emin tavırları herkesi farklı etkilemektedir. Yanında büyümediği annesi, kızının bu burnu büyük ve fazla rahat tavırlarından korkmaktadır. Hatta işine bile mâl olabileceğinden endişe etmektedir.

Evin erkeği, karısının dolduramadığı duygu dünyasını bütünlemeye aday; kendisini anlayan, resimden anlayan, hatta sanki o gencecik yaşına karşın her şeyi anlayan bu genç ve güçlü kadın karakteri yıllarca bekliyormuş gibi davranır. Kimselere açılmayan misafir odasını ona tahsis ettirir. Hizmetçinin kızı hizmetçi gibi değil de, bir prensestir adeta.

Elbette evin sahibesinin gözünden kaçmaz bu durum. Korunmaya çalışılan onur, temsil ettiği sınıfın gerekliliği o malûm seçkin edayla çatışan kıskançlık krizleri… Kocası, evliliği, hatta olanca hayatı tehlike altındadır.

Evde bir tek o çalışmaktadır. Değirmenin suyunun sahibi o gibi görünmektedir bu yüzden de. Çok geçmeden öğreniriz ki asıl kaynak o değil, kocasının mirasıdır; bir türlü bitmek bilmeyen.

O da sanki Jessica’nın hesabını annesinden sorar; onu hırpalamaya başlar. Jessica’nın kocası ve oğlu üzerindeki tahripkâr kudretini dengelemenin yollarını arar. Ne ki bulduğu çözümler, onu daha da çaresizleştirmekten başka bir işe yaramaz.

İki ayrı dünya: Annesi ile kızı

Evin yegâne çocuğu için Jessica, deneyimleyemediği cinsellik için ideal partner gibi görünür ilkin. Çok geçmeden onun kendisi için kolay lokma olmadığını sezinler. O yüzden de bükemeyeceği ele secde etmeyi seçer. Tıpkı babası gibi. Onunla havuz başında esrar içmekle yetinir.

Evdeki herkesi allak bullak eden Jessica, annesi Val’ın bu evdeki 13 yıllık semeresini de tarumar etmek üzeredir. Bir kere, bir hizmetçide yahut onun kızında bulunması zorunlu tevazudan kızında zerre miktar bulunmamasına içerlemektedir. Dahası bunun muhtemel sonuçlarının kendisine getireceği zararların farkındadır. Jessica’yı doğurur doğurmaz terkedip büyükşehire gelmesinin sebebi ve süreci özellikle gölgede bırakılmıştır. Fakat bu süreçte babanın menfi payı vurgulanır.

Val, aslında bütün dadılık yılları süresince kızına gösteremediği ama evin oğlu üzerinde tatmin ettiği sevgiyi, şefkati, ilgiyi, yakınlığı ve hoşgörüyü, yanına geldiği ândan itibaren kızına göstermeye niyetlenmiştir. Ne ki bu arzusunun gereksizliği, çok geçmeden kızı tarafından yüzüne vurulur. Jessica’nın böyle bir ilgiye ihtiyacı yoktur. Tersine, anne ile kızı arasındaki asıl sorun, annenin kızının nasıl biri olduğunu görememesinden kaynaklanmaktadır.

Dışarıdan albenili ve seçkin görünen bu ev, cadıca güçlü bir genç kadının gelişiyle kökten değişmenin eşiğine gelmiştir.

Küçük bir mücevher

Geçen yılki Sundance’dan ve Berlin’den iki küçük ödülle dönen yapım, küçük bir dev aslında. Sinemanın aslının ne olduğunu işaret eden, hem modern, hem de bununla çelişmeyecek bir biçimde eski usûl bir film.

Annemle Geçen Yaz’ın 150 kopyayla Türkiye sinemalarını işgal edeceğini beklemiyorsunuzdur zaten. Herhangi bir küçücük salonda, ara bir seansta görürseniz ne âlâ. Kaçırırsanız, insanı anlamak, yani kendini tanımak açısından çok şey kaçırdığınızı bilmeniz kâfi.

Ah, bir de bizim sinemacılarımız filme gerekli ilgiyi gösterebilseler…