İmam hatipte öğrenciyken Milli Güvenlik dersimize giren yüzbaşı tahtaya çalakalem bir Türkiye haritası çizip etrafımızdaki düşman devletleri işaretlemeye başlamıştı. 2000 yılıydı sanırım ve İran, Irak, Suriye, Ermenistan, Yunanistan ve Güney Kıbrıs yakın düşmanlarımızdı. Uzun uzun konuştu yüzbaşı. Askeri üslupla nutuk attı da diyebiliriz buna. Soru cevap kısmında düşman devletlere karşı koyduğumuz silahların hangi ‘dost devletlere’ ait olduğunu sormuştum. ABD, İsrail, Almanya ve diğer Avrupa devletlerini saymıştı tabi. Dostlarımız da düşmanlarımız da belliydi. Dayanamayıp “biz neyiz peki komutanım” demiştim ve ne demek istediğimi tam olarak anlamıştı. “İşgüzarlık yapma” diye meseleyi kapatmıştı. Aslında beni susturmuştu. Tartışmanın nereye gideceğini çok iyi biliyordu. Koltuğunun altına sıkıştırdığı Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri ile konuşuyordu. Bizi her seferinde başka bir yerimizden vuran manşetleri beylik silahı gibi yanında taşıyordu hep. O gün Milli Güvenlik dersimize giren o yüzbaşıya bir devletimiz olduğunu hissedemediğimi söylemeyi çok isterdim açıkçası. Çünkü devlet beni düşman olarak görüyordu zaten. İmam Hatip’te okuyan ben İran, annemin başörtüsü de Irak’tı sanırım. Neyimiz Ermenistan neyimiz Suriye ve Yunanistan’dı bilmiyorum.
Gerçekten de bir devletimiz olduğunu hissetmekte zorlanıyorduk. Hiç de öyle keskin bir çıkış gibi görünmesin bu düşüncem. 28 Şubat zihniyetinin devleti; dindarları, başörtülüleri ve imam hatiplileri düşman gibi görüyordu. Bu ülkede siyasi anlayış 2002’de değişmeseydi eğer bu “düşmanlık” vatandaşlıktan çıkarmaya kadar gidebilirdi. Tıpkı Merve Kavakçı’yı çıkardıkları gibi. Devletin çizdiği yaşayış çizgisinin dışına çıkanları vatandaşlıktan atacak bir devletimiz vardı evet. Sultanahmet’te yapılan başörtüsüne özgürlük eylemini “devlete başkaldırı” ve “şeriat provası” ifadeleri ile manşet yapan 28 Şubat medyası bu tehdidi her fırsatta savuruyordu zaten.
Fakat devletine gönül koysa da mesafe koymadı 28 Şubat mağdurları. Ne vergisini vermekten vazgeçti ne askere gitmekten ne de bu toprakların bir parçası olmaktan. Bu aidiyet duygusunun oluşmasında devletin resmi görüşünün ötesinde bir güç vardı elbette. Vatan sevgisinin bütün zorlukları göğüslediğinin bilincini başa yazmak yetiyor. 15 Temmuz’da devleti elimizden almak isteyen hainler de ideolojisi, siyasi görüşü, mezhebi ve meşrebi birbirinden çok farklı olan insanların vatan sevgisine takıldılar. Bugünlerde 14. vefat yıl dönümünde andığımız, yakın tarihin en önemli şahsiyetlerinden Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’in çok önemli bir “devlet” tanımı vardır. “Bir kelimeyi hiç aklınızdan çıkarmayın: Devlet. Devletin ne kadar önemli olduğunu hepimiz idrak etmeliyiz. Devletsiz bir millet boşluğa düşer, rüzgârda savrulup gider” der bilge lider.
Bugün Türkiye’de AK Parti muhalifi olan çok sayıda insanın devlet anlayışı da böyle. AK Parti’ye bakışlarını değiştirmeden devletin yanında yer alabiliyorlar. Devlet Bahçeli’nin duruşu en iyi örnektir. Aynı şeyi Kemal Kılıçdaroğlu CHP’si için söylemek ise pek mümkün değil. Kılıçdaroğlu, buraya sığmayacak kadar uzun devlet karşıtı söylemlere imza attı. Dışarıdan gelen saldırıları iç siyasette kazanıma çevirmeye çalıştı. Oysa CHP böyle değildi. Bugünlerde ağır bir tedavi süreci geçiren Deniz Baykal hiçbir zaman ne CHP’yi ne de kendisini devletin duruşunun karşısına geçirmedi. Her ne olursa olsun devlet adamlığı duruşundan taviz vermedi. MİT TIR’ları ihanetinden yargılanan CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nu ziyaret etmediği için tepki görmesine rağmen, tavrını net bir şekilde ortaya koyarak şu cümleleri kurabildi Baykal: “Devlete karşı işlenmiş bir suçtur. Destekleyemem.” Aynı Baykal, Kılıçdaroğlu’nun 15 Temmuz darbe girişiminde rol alan FETÖ’cüleri arkasına alarak yaptığı Ankara-İstanbul yürüyüşüne de katılmadı. Neticede bu yürüyüş de devleti hedef alıyordu. FETÖ ile mücadeleye sekte vuracak bir taban hareketine dönüşecek şekilde kurgulanmıştı. Buna karşılık Baykal da ulusal çıkarlar mesele olunca hiçbir zaman gündelik siyaset üzerinden hesaplar yapmadığını bir kez daha gösterdi.
Halkının bir devleti olduğunu hissetmesi ve ortak çıkarlar için kenetlenebilmesi bir ülkenin en büyük kazanımıdır. Baykal’ı andık, geçmiş dileklerimizi de sunalım ve şunun altını çizelim; Başörtüsü ve İmam Hatiplere konulan yasaklarda keskin bir tavır koyduğunu unutmadığımız Baykal ile devletin bekasını ilgilendiren meselelerde ortak hareket edebiliyor olmaktır kazanım.
Türkiye, son 15 yılda devlet politikası açısından büyük mesafeler kat etti. Önemli kazanımlar ortaya konuldu. Bakın son bir ayda uluslararası boyutta yaşadıklarımız bile nasıl bir devlet çizgisine geldiğimizi göstermiş durumda.
Başlıkta değindiğim gibi bir devletimiz olduğunu iliklerimize kadar hissettiğimiz günleri yaşıyoruz. Bundan birkaç yıl önce öngöremeyeceğimiz büyük devlet refleksleri artık rutin hale geldi. Kısaca hatırlatmak gerekirse; Avusturya havaalanında bütün güvenlik kontrollerinden geçen Türk yolculara Avusturya polisi tarafından yapılan köpekli arama görüntüleri sosyal medyada bir hayli tepki çekti. Akabinde Türk Dışişleri Bakanlığı önce Avusturya Devleti’ne uyarıda bulundu sonra da ajanslara yeni bir görüntü düştü. Türkiye’den Viyana’ya giden Avusturya vatandaşları Atatürk Havaalanında köpekli aramadan geçirildi. Türkiye mütekabiliyet ilkesini uygulamıştı.
Daha keskin cevabı Türkiye’ye vize uygulayan ABD’ye de verdi devletimiz. Bazı aidiyet duygusu gelişmemişler “Türkiye nasıl olur da ABD’ye kafa tutabilir” şaşkınlığını çok derinden yaşadılar. Fakat Türkiye bir süredir olması gerekeni yapmaktan geri durmuyor. Referandum öncesinde Hollanda ile yaşanan krizde de benzer adımlar atıldı. Erdoğan’ın “diklenmeden dik durmak” tavrı ve duruşu artık bir zemine oturmuş durumda. IMF’ye hala borcumuz olsa, milli savunmada dışa bağımlığı en aza indirgemesek ve dost-düşman devlet tanımlarını değiştirmemiş olsak bu çizgiye gelir miydik peki? IMF görevlilerini resmi törenle karşılığımız dönemleri düşünürsek, asla.
Bu dönüşüm ve istikrar halkın da gündeminde artık ve şöyle bir sonucu var bunun; mütekabiliyet ilkesi devletlerarası bir ilişki biçimi olsa da, yaptırımlar Türk halkının “sivil görüşü” haline geldi. Hasret kaldığı bu devlet görüntüsünü çok sevdi bu halk. Gurur duydu. Bir devletin olduğunu hissetmek de böyle bir şey işte…