Bir çeşit Reha Erdem retrospektifi

Bir film kotarılırken en merkezi hedef hangisidir? Para kazanmak, itibar devşirmek, saygınlık elde etmek gibi (aslında) ikincil hedefleri paranteze alarak düşünmemiz gerekiyor elbette.

Çoğunlukla yönetmen, nadiren senarist, bazen de senarist-yönetmen bambaşka şeyler söylese bile, bütün filmleri şu 6 başlık altında toplayabiliriz sanırım:

İnsanı anlamaya gayret eden, insanı çevresiyle ilişkisi üzerinden anlatmaya çalışan, insanın Tanrısıyla arasında kurduğu bağı eşelemeye sıvanan, insanı eğlendirmeyi amaçlayan, insanı yönlendirmeyi hedefleyen ve insanı farklı biçimlerde etkilemeyi ana gaye belirleyen filmler… Barındırdıkları niteliklerden hareketle filmlerin insanla kurduğu ilişkiyi merkeze alan bu sınıflandırma, tuhaf bir biçimde, sinema tarihindeki farklı sinema anlayışlarına da denk gelmekte: Örneğin ilk üç kategori, daha çok Avrupa Sineması için geçerliyken, öbür üçlü kategori ise Hollywood ve Sovyet Sineması için geçerli.

Elbette ara tonları yoksaymıyorum. Avrupa Sineması’ndaki, (onca yüceltilmelerine karşın) Passolini gibi şairane bir çıkışla işe başlamasına rağmen, zamanla çıplak gerçekçiliğin sefaletine gömülen veya Andrzej Wayda gibi propagandayı sinemaya tercih ettiğinin farkında yönetmenleri yoksaymadan söylüyorum bu tespiti. Ve elbette dünyayı Avrupa ve Amerika’dan ibaret saymıyorum. Demek istediğim, örneğin 60’lı ve 70’li yılların Japon Sineması’nı da, günümüzün Güney Kore Sineması’nı da, Bollywood’u da, İslâm dünyasının yüzakı İran Sineması’nı da, dahası olanca çeşitliliği içerisinde Afrika Sineması’nı da benzer anlayışla değerlendirebiliriz.

Reha Erdem farkı

Türk Sineması için de böylesi tasnifler yanıltıcı istisnalar barındırabilmekte. Belki de bunun sebebi, sayıları gittikçe artan nitelikli film örneklerine rağmen Türk Sineması’nın henüz ‘kendine mahsus’ bir anlatım tarzının, ortak konularının, o konulara benzer yaklaşım anlayışlarının tebellür edememesi… Kısaca söylemek gerekirse, Türk Sineması birçok muhteşem filme sahip ama henüz belirgin ortak payda arayışını sürdürüyor.

Türk Sineması’nın çizgi üstü yönetmenlerinden biri de Reha Erdem. Yönetmenin A Ay’la başlayan sinema macerası, Şarkı Söyleyen Kadınlar’la şöyle bir sürçse bile yine de hakkını teslim etmek durumundayız: Reha Erdem, Türk Sineması’nda sayısı bir elin parmakları kadarki ‘mesele sahibi’ yönetmenlerden biri. Bu şu demek: Filmlerinde ele aldığı konular, karakterler-olay-sonuç üçgenine hapsedilmeden değerlendirilmekte. Reha Erdem filmlerindeki konular, o konunun, ancak donanımlı izleyicinin kavrayabileceği ikincil, üçüncül katmanları ve anlam derinlikleri hesaba katılarak işlenmekte. Üstelik her Reha Erdem filmi, konunun yanında aynı zamanda biçim, dahası yapı sorunları bağlamında da farkındalıklar barındırmakta. Başka bir ifadeyle Reha Erdem, Türk Sineması’nın Atıf Yılmaz gibi başarılı yönetmenlerinin yolundan gitmeyi tercih etmeyen bir isim.

Yalnızca bizimkiler değil, dünyadaki yönetmenlerin çoğu, ele aldığı konuyu, izleyicisini hesaba katarak etkileyici bir anlatımla muhatabını kuşatabilen, ‘verili’ değerlendirmeyle yetinmek üzerinden alkış toplamayı tercih eden bir sinema anlayışına sahip. Soru sormak veya farklı bir tarzda meramını ifade etmek yerine, cevaplardan ve etkileyiciliği kesinleşmiş yöntemlerden hareket etmek yadırganacak bir durum değil elbette. Ne ki Reha Erdem filmleri, benzerlerinden tam da burada ayrılmakta: Mesele sahibi bir yönetmen olarak konusunu değerlendirirken, hem öbür yönetmenlerin görevini yerine getirmekte, hem de aynı zamanda bir tek seçkin yönetmenlerin ancak sıvanabileceği bir tarzda ‘verili’nin ötesine geçerek konu-anlam-anlatım sacayağı içerisinden, bir taraftan anlam ayağında derinleşmeyi göze almakta, bir yandan da anlatım ayağında, hem biçim yenilikleri deneyebilmekte, hem de zor yapıları denemeyi göze alabilmekte. O yüzden de öbür yönetmenlerin zıddına, zaman zaman ayağı sürçebilmekte. Şarkı Söyleyen Kadınlar filmine bir de bu gözle bakmayı öneririm.

Doğanın kucağında yaşayabilmek

Alışılageldik anlatım tarzlarının dışında, yalnızca modern değil, postmodern anlatım tekniklerini yahut tarzlarını deneyen biri, en azından mayonez hazırlayan biri kadar hoşgörüyü haketmekte. Çünkü bildiğiniz gibi marketten alınmamış, evde hazırlanan mayonez, doğası gereği her zaman tutmaz; tarifin bütün ölçeklerine ve mayonez hazırlamanın bütün kurallarına uyulduğunda bile üstelik.

Reha Erdem’in Venedik Film Festivali’nin Yeni Ufuklar bölümünde gösterilen son filmi Koca Dünya’nın doğru bir biçimde anlaşılması için yukarıda söylenenleri başa almak gerekli. Ancak bundan sonra filmin niçin bir çeşit Reha Erdem retrospektifi niteliği taşıdığı anlaşılabilir. Çünkü yalnızca edebiyat dünyasında değil, sanat âleminde de yaratıcılar, sanıldığının tersine her daim aynı temayı işlerler; başka kılıkta ve bambaşka kisveler içinde tabii ki.

Ve yakıcı sorular: Annelik, babalık, evlâtlık ne demek? (Tuhaf bir biçimde, kan bağı barındırmadığı hâlde resmen sahiplenilen çocuk için kullanılan kelime de aynı: evlâtlık.) Ya kardeşlik? Yaygın kabul doğrultusunda bu hukuklar, kana, soya, nesebe mi bakmakta yoksa bu çeşit ilişkiler de ‘verili’ midir? Yani aralarında nesep bağı olmayan iki kişi, birbirini kardeş belleyebilir mi? Daha da ötesi: Kardeş olmadıklarını veya aralarında hiçbir kan bağının bulunmadığını öğrendiklerinde birbirlerine yönelik hisleri nasıl seyreder? Doğa mı galip gelir bu mücadeleden yoksa kültür mü?

Koca Dünya’da Ali ile Zühal’in aralarındaki hikâyeden hareketle Reha Erdem’in sorguladığı meselelerin arasındaki en görünürü bu. Yetimhanede kardeş gibi büyüyen iki karşıt cins, kardeş olmadıklarını öğrenince birbirlerine karşı ne hissederler? İkinci ve daha önemli mesele ise Tamirci Ali kimliğinde, şehirde yaşayan bir otomobil tamircisinin, yabancılık yaşayacağı kesin doğa içerisindeki yaşama mücadelesinin tezadı… Daha tanıdık ifadesiyle doğa-kültür çatışması. Üstelik renkli bir postmodern masal havasında. Kimileyin komik, bazen dramatik ve ancak hassas muhatabı için aynı zamanda trajik de. Çünkü her şehirlinin hayalindeki gibi medeniyetten kaçıp tabiatın o güzelim koynuna kendini atmak, sanıldığı kadar mutlu sonlu bir hikâye değildir. Onca güzelliğin yanında tabiat, bünyesinde nice vahşeti barındırdığı için en azından.

Film, bir ayağı doğada ve insanlardan uzakta, öbür ayağıysa şehirde ve insanların arasında ikilinin, birbirlerini, yekdiğerini, doğayı, çevreyi ve ‘insan’ı, yani dünyayı tanıma macerası; koca dünyayı.

Doğru, Koca Dünya aynı zamanda bir Reha Erdem masalı.

 

***

Haşim’in mektupları ve mülâkatları

Ahmet Haşim’in seyahat notlarına, mektuplarına ve mülâkatlarına baktığımızda, yaklaşık yüzyıl öncesine tanıklık etme imkânı buluruz; hem de büyük bir şairin penceresinden.

Bu metinlerden çıkan ilk sonuç şu: Yaygın iddianın zıddına Haşim, içe dönük biri değildir. Tersine, bu metinlerde Haşim’in insan ilişkilerindeki derin gözlemlerine, hâlâ geçerliliğini sürdüren toplum ve siyaset yorumlarına hayranlıkla eşlik ederiz. Ahmet Haşim – Bütün Eserleri serisinin dördüncüsü olarak Frankfurt Seyahatnamesi / Mektuplar / Mülâkatlar adıyla hazırlanan elimizdeki kitap Dergâh Yayınları tarafından yayımlanmış. Üçüncü baskısının tarihi 2012. Hazırlayanlar ise İnci Enginün ve Zeynep Kerman.

Tedavi için gittiği Frankfurt’taki gözlemleri hâlâ taze. Meşhur Palmen Garden Limonluğu adındaki bahçeyi anlatışı meselâ. Açıksözlüdür de. Bu görkemli bahçede beş ihtiyar Alman’dan başka kimsenin bulunmayışını şöyle ifade eder: “Bu pahalı bahçenin keyfini sürmek için bu bunaklardan başka adamınız yok mu?” (Sayfa 36).

Kendi sorusuna verdiği karşılık, sorunun kendisinden daha yakıcı: “Alman belediyesinin zahmetini mükâfatlandırmak için bu beş bunağın memnuniyeti çoktur bile! Her Alman, ihtiyarlığın ve çöküklüğün son haddine kadar gene bir Alman’dır ve onun saadetini yapmak bütün Almanya için bir mukaddes vazifedir. Bir Alman’ın kıymeti yoksa, beş Alman’ın, on Alman’ın, yüz Alman’ın, altmış milyon Alman’ın neden kıymeti olsun?” (Sayfa 36).

Sanat kimin için?

Mektuplarında da şaşırtıcı ayrıntılar bekler bizi. Örneğin Yahya Kemal’e yazdığı mektuplar ile gıyabında ondan bahsettiği mektup arasındaki tenakuzu anlamaya çalışırız. Veya Sağlık gerekçesiyle Dil Kurultayı’na katılamayacağını açıkladığı mektupta dilin sadeleştirilmesine yönelik kanaatleri, şairin genel imgesine pek uymaz.

Hâd safhada içten, yer yer müstehzi bu mektuplar, Haşim’in yakın ilişkileri ve şahsiyeti hakkında hazine niteliğinde.

“Yazı yazmak ve düşünmek ve hayatı kendi zaviye-i ruhiyetimden tatmaktan başka bir zevkim yoktur. Hiçbir ufak düşmanın kini bu zevki ihlâl edemez.” (Sayfa 98).

Mülâkatları da en az mektupları denli güncel. Örneğin, handiyse bütün edebiyat ilgililerinin gözünde, edebiyat ders kitaplarına uygun bir tarzda ‘sanat için sanat’çı diye yaftalanan Haşim’in konuya dair kanaati: “Bana derlerse ki sanat nasıl olmalı? Ben düşünür ve derim ki, halkın üzerinde dalgalanan, yine halkın büyük, müşterek ve samimi sesi olmalı. Ve derim ki münferit ruhlar üzerinde tufeyli otlar gibi biten şahsi sanat, milli uzviyet için muzır değilse bile lüzumsuzdur. Fakat ben de bu büyük sanatı kendim için istemiyorum. Benim istediğim sanat, mânânın ve ahengin inhilâlinden vücut bulan sanattır. (İçinde ateşin mayi bulunan çay kâsesini göstererek) ben bu Çin kâsesinde neden çay içiyorsam şiiri de onun için yazıyorum. Sırf bir lezzet meselesi…” (Sayfa 156).

Bir diğer mülâkatında “Edebiyattan konuşacağız.” diyen kişiye cevabı önemli: “Edebiyat mı, o nasıl şey? Âzası tam ve müstakil bir varlık hâlinde edebiyat isimli bir şey tanımıyorum… Bilirsiniz, eski şair zamanın en büyük âlimiydi: Doktordu, filozoftu, müneccimdi, filologdu, teologdu, sihirbazdı, tarih-şinastı, askerdi, gemiciydi… Bütün umumi bilgiler bir dimağda birleşip sentez husule getirdiği dakikada, o adam asrın en büyük edibi oluyordu.” (Sayfa 107).

Sayılamayacak kadar edebiyat fakültemiz var ama kitap hâlâ yeni baskılar yapamıyor nedense.