Türk Edebiyatı bir klişeler edebiyatıdır. Üstelik çoğu, yanlı, yanlış, eksik, tekboyutlu ve kof bilgilere, tespitlere ve görüşlere dayanır bu klişelerin.
Sanki herkesin ittifak etmesi muhtemelmiş gibi görünen ve böyle olmamasına insanın inanamadığı, klişeleri hesaba katmadığında kolaylıkla anlam veremeyebileceği alanlardan biri de edebiyatımızda şaheserler meselesi…
Örnek çok.
En gözde edebiyat adamına dahi “Sabahattin Ali’nin şaheseri hangisidir?” diye sorsanız cevabı hazırdır: “Kuyucaklı Yusuf”. Bütün kaynaklar öyle söylüyor çünkü.
1937’de yayımlanan roman; yazarın ilk eseridir hâlbuki. Hem bu yüzden epeyce acemilikler barındırır, hem de yazarın kalemini siyasi görüşlerinin emrine amade etme anlayışından henüz kurtulamadığı bir dönemde yazılmışlığın kusurlarını barındırır.
Ancak edebiyattan sahiden anlayan nadirat, Sabahattin Ali’nin şaheseri diye Kürk Mantolu Madonna’yı işaret eder. 1943’te yayımlanan ve yazarın erken ölümüyle ne yazık ki son romanı kalan bu eserde en geniş anlamıyla insan, Kuyucaklı Yusuf’taki gibi yerelliğin ve dönemin modası sosyalist gerçekçiliğin sınırlarına hapsolmaz. Tersine, bütün zamanların, bütün mekânların ve bütün kültürlerin ‘insan’ını anlamak için mükemmel ipuçları barındırır. Her hakiki edebiyat eserindeki gibi hem sözünü ettiği kültürün nümunesi ‘insan’ tekini görürüz tiplerde, hem de zamanlar, mekânlar, kültürler, inançlar, değerler üstü, değişmeyen ‘insan’ benini.
Bir türe sığamamak
Peki ya Sabahattin Ali’nin, Türkiye’de keskin bir biçimde sağcı aydınlar ile solcuların birbirinden kopmasını sağladığı ikinci romanı İçimizdeki Şeytan’da isim vermeden polemiğe girdiği, sarakaya sarmayı denediği Peyami Safa’nın şaheseri hangisidir? Yine o klişe ağız birliğini görürsünüz bu cevapta da: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu! Doğru, bütün kaynaklar bu konuda da ağız birliğinde.
İtiraf etmek durumundayız; 1930’da yayımlanan kitap, bırakalım şaheserliği, bu büyük romancımızın belki de en naif, en kolay anlaşılır ama en zayıf romanıdır. O yüzden her dönem edebiyat ders kitaplarının demirbaşıdır aynı zamanda. 1949 tarihli Matmazel Noraliya’nın Koltuğu ise yalnızca Peyami Safa’nın değil, Türk Edebiyatı’nın en ayrıcalıklı romanlarından biridir hâlbuki. Fakat bu doğruyu tespit edebilmek için epeyce klişe eskitmek, hatta imha etmek gerek.
Meramı idrake kâfi sanırım.
Benzeri bir durum, Türk Edebiyatı’nın tartışmasız dehalarından sayılması gereken, buna rağmen Türk fikir ve siyaset dünyasında yeri, değeri, konumu ve keyfiyeti sorgulanası Ahmet Hamdi Tanpınar için de geçerli. “Kırtıpil Hamdi” lâkaplı, ne ki bugün eserine baktığımızda bu lâkabı hiç de hak etmediğini teslim etmemiz zorunlu Tanpınar’ın şaheseri hangisidir acaba? Huzur mu yoksa Saatleri Ayarlama Enstitüsü mü? Peki ya Abdullah Efendi’nin Rüyaları’na ne dersiniz? Üstelik dikkatinizi çekerim, ilk ikisi roman, üçüncüsü ise hikâye.
Peki ya:
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir ânın,
Parçalanmaz akışında.”
dizelerini yahut Bursa’da Zaman şiirini içinde barındıran Şiirler’i?
En ünlü en iyiye karşı
Gelelim bam teli soruya: Aynı zamanda deneme yazarı, fikir ve sanat adamı ile edebiyat araştırmacısı kimlikleriyle de emsalsiz işlere imza atan Tanpınar’ın bu vechelerini de hesaba kattığımızda sorumuz daha bir çetrefilleşmez mi? Haydi Yahya Kemal hakkındaki kitabını, hocası ve sanat mürşidi hakkında diye gözardı etmeyi başardık diyelim; XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni veya Beş Şehir’i ne yapacağız?
Birinci cildinin ilk versiyonu 1949’da yayımlanan, ne ki bundan on yıl önce, Tanzimat Fermanı’nın 100. yıldönümünde kaleme alınmaya başlanan kitabın ikinci cildi hiç yazılmadı. Fakat Türk Edebiyatı’nda eşi-menendi işaret edilemez öyle bir çalışmadan sözediyoruz ki bu durum kitap için asla bir nakısa teşkil etmemekte.
1956’da bizzat yazar kitap üzerindeki tasarruf hakkını kullanır ve birçok değişikliklere giderek eseri genişleterek ikinci baskısını gerçekleştirir.
Tanpınar bu kitabında, 19. asra gelinceye değin Türk modernleşmesinin hikâyesini, edebiyatın ve sanatın sınırlarının dışına taşma pahasına mütalâa eder ve değme oryantalistlerin, hatta Türk düşmanlarının cesaret edemeyeceği miktar ve şiddette galiz cümleler kurar maziye dair. Sonradan adına yapışan muhafazakâr ‘imaj’ının zıddına, Osmanlı hakkındaki edilen ve edilmesi muhtemel bütün tenkitleri, tenkit kılıklı tahfifleri ve hatta kara çalmaları içeren uzun Önsöz’ün şöyle bir karıştırılması bile durumu anlamaya kâfi üstelik. Elbette muhteşem ifadeli tahlillerle örülü cümlelerin benzersiz etkileyiciliğinden sıyrılınabilirse.
Demek ki en değme Tanpınar hayranlarının bile bu kallâvi kitabı, yahut Önsöz’ünü karıştırdığı şüpheli. Yahut bu durum, bu ülkenin muhafazakârlarındaki başka bir sorunun sonucu.
Eskinin bezirgânı
Tanpınar’ın en çok bilinen, en çok atıf yapılan, üzerinde biteviye konuşulan, belki de Huzur’la atbaşı okunma oranına sahip kitabı Beş Şehir. Peki şaheseri o mu? Dünya görüşünü, meselelere bakışını, kabullerini, inançlarını, ahlâk anlayışını, insan kavrayışını ve nihayet Türk ve İslâm kabullerini en berrak, en somut bulabileceğimiz kitabı Beş Şehir. Bunda şüphe yok. Ne ki kitabın bunca ilgi görmesindeki asıl sebep, şaheser keyfiyetinden ziyade okunma kolaylığı değil mi? Yazarın bütün öteki kitaplarına oranla, hatırat kıvamının getirdiği yaşanmışlıkla da elbette ilgisi vardır bu teveccühün.
Tanpınar’ın hayatında iz bırakan İstanbul, Ankara, Bursa, Konya ve Erzurum şehirlerini anlatır kitabında. Bir şairin rehberliğinden sözediyoruz sonuçta; kuru bilgiden çok kişisel izlenimler ve bütün bunlara karışan eskinin bezirgânlığı elbette.
Hatırlamakta fayda var: Beş Şehir kültür hayatımızda öyle imajinatif bir değer teşkil eder, aydınımızı veya yarı-aydınımızı öylesine sarıp sarmalar ki Ahmet Turan Alkan, memleketi Sivas’ı anlattığı kitabına Altıncı Şehir adını verme ihtiyacı hisseder. Hem bir atıf ihtiyacı vardır bu isimlendirmede, hem biraz da Tanpınar’ın kitabının zihinlerde yer eden kabulünün gücünden istifade etme gayreti…
Geçtiğimiz günlerde Beş Şehir, Beşir Ayvazoğlu’nun açıklamaları, dipnotları ve düzeltmeleriyle Dergâh Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Titiz bir işçilikle hem de. Üstelik dönemin fotoğrafları eşliğinde.
Özellikle Beşir Ayvazoğlu imzalı Beş Şehir Okuma Kılavuzu, edebiyatımızda örnek bir ölçüt sayılmaya aday.
Abide bir eser karşımızdaki. Dergâh baskısıyla Beş Şehir, daha da abidevileşti.
…………….
Bill Frisell’den Sinema Keyfi
Bill Frisell… William Richard “Bill” Frisell…
Hani şu ince çerçeveli gözlüklü, temiz yüzlü, iyi aile babası görünümlü, sarışın ve yakışıklı ABD’li caz gitaristi. 1951 doğumlu. Demek ki ikinci baharını yaşamakta. Sadece yüzünde değil, çaldığı notalarda da sanki rahat ve sorunsuz geçirilmiş bir hayatın verdiği iç huzurunu görmemek kabil değil. Nitekim son albümü 2016 tarihli When You Wish Upon A Star, bu hâlin belgesi adeta.
Zaman zaman sınırlarını zorlayıp ilginç, hatta deneysel denebilecek bestelere imza atsa da hiçbir zaman alışıldık caz kalıplarının dışına bütünüyle çıkmayı göze alamayan, buna rağmen gitaristliğine lâf edilemeyecek okullu müzisyen. Gitar dünyasının neredeyse bütün büyük başlarının bir şekilde yolunun geçtiği Boston Berklee Müzik Koleji mezunu. İlk hocası ismi bilinmeyenlerden… 2000 tarihli Reunion albümünde kendisine eşlik eden Dale Bruning. Ama diğer hocası, daha doğrusu ustası, caz gitarının efsanelerinden Jim Hall. Ustasından gördüklerini çok daha ileri düzeye, hem de çok kısa bir sürede taşıyabilmiş ideal öğrenci. Boynuzun kulağı fazlasıyla geçtiği bu durum, nitekim daha ilk albümünde, çok az müzisyene nasip olacak şekilde günümüzün sanat müziği dendiğinde akla ilk gelen plâk şirketlerinden ECM’in takdirine mazhar olmasıyla perçinlenir.
Birlikte çaldığı mesai arkadaşları New York City müzik sahnesinin genç yetenekleri. Bunlar arasında ön plana çıkan, davulcu Joey Baron.
Avangard müzik mi dediniz?
Müzikteki yaratıcılığı, müzik tarihinin görüp göreceği en özgün sanatçılardan John Zorn’un tariflere sığmayan o sıradışı grubu Naked City’ye katılmasıyla bir üst seviyeye çıkar. Bu kısa ama etkili ortaklık, Amerikan avangard müzik ortamında kendisine hatırı sayılır bir izleyici kitlesi ve müstesna bir yer kazandırır.
Pek az müzisyenin cesaret edebildiği bir yolu tercih eder: Bir yandan deneysel projelere katılır, diğer yandan nispeten daha yalın, hatta alışıldık türlerde albümlere imza atar. Ama el attığı her alanda temel düsturu değişmez: özgünlük ve kalite. Bu iki vazgeçilmezinden ötürü de dinleyicilerini her daim memnun etmeyi bilir.
Özgünlük demişken… Her özgün ve yaratıcı enstrümantalistte gördüğümüz üzere çaldığı ilk notadan kim olduğu anlaşılan sanatçılar ailesinden olduğu inkâr edilemez. Bu özgünlükten Frisell’in payına düşen, bolca kullanılan gitar efektleri.
Şimdilik 40 albümlük muazzam bir kariyere sahip, verimlilik konusunda neredeyse eski grup arkadaşı John Zorn’a yetişen bu gitar ustası, başka ustaları yorumlamaktan da çekinmez. Üstelik bu yorumlananlar arasında herhangi bir tür tercihi de yoktur. Caz standartları kadar, Beatles gibi bir popüler müzik ikonu da kendisinin seçiciliğine muhatap olur. O kadar ki 2011 yılında Beatles üyesi John Lennon’un parçalarının yorumlarından oluşan All We Are Saying isimli bir albüm bile yapar.
Sinema tarihine saygı duruşu
Sadece besteciliğini değil, aynı zamanda iyi bir yorumcu olduğunu da defalarca kanıtlayan Frisell’in son albümü When You Wish Upon A Star, sinema tarihine bir saygı duruşu niteliğinde.
Neler yok ki heybesinde? Bir Zamanlar Amerika’da, Bülbülü Öldürmek, Baba; İyi, Kötü ve Çirkin…
Albümün geneline hakim sakin ve huzurlu hava, zaman zaman ilgi dağıtsa da hemen hemen her parçada öne çıkan gitar dokunuşları bir ustayla karşı karşıya olduğumuzu hatırlatıyor. Son albümlerinde âdeta bir emeklilik hayatı sürüyormuş hissi verse bile, daha sade, daha sakin parçalara imza atsa da özgünlük ve ustalık, hâlâ müzisyenimizin “leitmotif”i.