Bin ben var bende, benden içeru

Psikiyatr ve hastası… Veya daha nazik ifadesiyle danışman ve danışan arasındaki mahrem ve bir o kadar da alengirli ilişkilere odaklanmış her cins film çekilmiştir herhâlde. Gerilim, psikolojik gerilim, romantik komedi, komedi, macera… Her türden yüzlerce örnek…

Modern şehir hayatının vazgeçilmezi bu tema etrafındaki bütün ihtimallerin üzerinden defalarca geçildiği hâlde yine de kenarda-köşede kalmış ayrıntılara odaklanmış örneklere rastlamak elbette muhtemel. Suimisaller, akla gelebilecek bütün olasılıkları kapsayacak tarzda ve handiyse bıktıracak miktarda hem de. Ne ki Shyamalan’ın 2016 tarihli Parçalanmış’ı (Split) bir biçimde farklı kalmayı başarmış. Bir kere danışan ile danışman arasındaki ilişkiden çok, danışanın ruh-zihin-duygu dünyasına odaklanmak gibi bir dar kapı tercih edildiği için film takdire şayan. Başka bir ifadeyle zor yola sapıldığı için. Çünkü uzun zamandır Shyamalan’ın hayranları bile yönetmenin geniş kapıdan felâha çıktığına tanıklık edemedi: Peşpeşe hüsranla güreşen birçok yapım…

Vahşi Batı’daki Doğulu

Hint kökenli M. Night Shyamalan’ın Hollywood seyri bir tuhaf; bildiğiniz gibi. Tıpkı macera filmlerinin esas oğlanı gibi sıkı bir giriş, ardından her daim değişik temalar barındıran ama bir batıp bir çıkan filmler, nihayetinde de katıksız hüsranlar ve şimdi de Spilit…

Peşinen söyleyelim: Amerikan değilmiş gibi görünmeye çalışan Hindu köri soslu tavuk, bu sefer tam kıvamında pişmiş ve tadı da yerinde. Özellikle sofradan kalkmaya yaklaşıldığında arzı endam eyleyen o son lezzet: sürpriz son! Bu senenin ilk kayda değer işi dense yeri.

Başka bir tarzda söylemeyi deneyelim: Shyamalan döndü, dolaştı ve onca yılın ardından 1999 tarihli Altıncı His’sin (The Sixth Sense) atmosferine geri döndü: Ruhun o karanlık ama her daim bereketli mahzenine. Hem de birçok farklı açıdan eklenmiş taze soluklu yeni bakış açılarını yedeğine alarak.

Bütünüyle yenilenmiş

Kimi filmler vardır, farklılığını konusuna borçludur. Kimi filmler vardır, konusundan çok, o konuyu ele alış ve anlatışıyla kendisinden söz ettirmeyi başarır. Peşinen söyleyelim, Parçalanmış adlı film, bu iki kategoride birden ipi göğüslemeye sıvanan bir yapım.

Bizdekilerin zıddına mesleğinin hakkını vermeye gayret eden Psikolog Dr. Fletcher, Kevin adlı hastasında sıradışı bir durum tespit eder: Kevin’ın içinde aslında bir değil, tam 23 ayrı kişilik vardır. Fakat işin tuhafı şurada: Vakti saati geldiğinde bütün bu birbirinden farklı kişilikler, derinlerdeki bir başka kendisini gizlemiş kişilik tarafından bastırılır. Zalim bir kişiliktir bu. Modern insanın bastırdığı vahşiliği, gizlendiği o mahzenden çıkar ve bütün rakiplerine galebe çalar. Modern zihin zulmette sınır tanımamaya başlarsa gideceği en uç sınır noktası neresidir?

X-Men’lerden tanıdığımız James McAvoy filmin başrolündeki Kevin karakteri. Anya Taylor-Joy ve Betty Buckley de yardımcı rollerdeki isimler. Shyamalan, filmin hem senaryosunu kaleme alan, yönetmenliğin yanında hem de yapımcılığını da üstlenen kişi. Sanki filmin çok kişilikli temasıyla dans edercesine üstelik.

Filmi sonuna kadar sürükleyen müteharrik öğe, kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi, bu alt benliklerin (karakterlerin) birbirleriyle çatışması ve bu çatışmaya zemin teşkil eden nitelik, baskın karakterlerden biri durumundaki suçlu tipinin ortaya çıkışı… Ve gelişen olaylar. Hem beklenen, hem de tezat bir biçimde gelmesi istenmeyen olaylardır bunlar. Tedirginlik uyandıran davetsiz misafirler…

Değişik sebeplerle ve elbette çoğun çocukluğa dayanan etmenlerle ortaya çıkan çoklu kişilik bozukluğu denilen rahatsızlığın niteliği, böyle bir insanın çevresine, nesnelere, olaylara, insanlara ve çok daha önemlisi kendisine nasıl baktığına tanıklık ettirmeye çalışan Parçalanmış, bütün o sürükleyici trüklerinin ve 23 ayrı alt-benlik çatışmalarının üzerinden “Ben nedir?” sorusuna bir tür cevap arama gayreti… O yüzden yalnızca seyri değil, üzerinde düşünülmeyi de hak ediyor.

Tetikte gerçek

Peki şimdi filmin temasından hareketle soralım: Ben kimdir? Nasıl biridir bu ben? Niçin bu kadar fikir değiştirmekte; yalnızca kritik hâllerde değil, sıradan durumlarda bile birbiriyle çelişen, bir öyle, bir böyle düşünebilmekte ve hissedebilmekte? Dahası birbirinden onca farklı, hatta ikircikli kararlar alabilmekte? Yani aslında hepimizin içinde birden fazla ben mi var? Yahut birbirinden habersiz fakat ortaya çıkmak için fırsat kollayan ben parçacıkları mı taşımaktayız?

Burada cevaplanması imkânsız bu soruları niçin mi soruyorum? Çünkü Parçacık filmini izlerken, biraz olsun eğlenmenin dışında (Yanında da diyebilirim.) bir gaye taşımaktaysanız sizi sarmalayacak sorulardan bazılarına temas etmekteler de onun için. Özellikle de Kevin’ın etkin görünen 23 karakterinden daha bir etkin, belirleyici, belki de asıl karakteri ortaya çıktığında buna benzer birçok soruyu zihnimize üşüştürdüğü için Shyamalan’ın filmi böylesine tedirgin ettirici: Ben hangisiyim?

Hollywood’un sık sık kullanmaktan bıkmadığı, aslında çok nadir görülen bu psikoz vakasına odaklanan film, zaman zaman vasatlık çıtasını kıl payı zorlayan sahneler barındırsa da, ele aldığı inanılması zor karakteri başarıyla işleyen bir yapım. O yüzden de içinde farklı kişilikler barındıran birinin, hem bu farklı kişilikler arasında tökezlemeden gezinebilmesi, hem de tümünün üst bir kimlik tarafından bir çeşit kontrol edilebilmesi, öyle kolaycana altından kalkılabilecek bir konu gibi mi görünüyor size? Ve her kişiliğin belli bir amaca hizmet etmesinin de ihmal edilmeden yansıtılması… Ayrıca bütün bu kişilik karmaşasına zemin hazırlayan geçmişteki karanlık noktaların etkileyiciliği…

M. Night Shyamalan’ın Parçalanmış’ı, yalnızca zihnimize seslenen bir film değil, aynı zamanda içimizi parçalayacak bir duygu düzeyi de taşımakta.

 *   *   *

İdealizim: Hemen şimdi!

Bunca ‘gerçek’ artık yeter! Hiçbir düşü kalmamış bir toplum ne kadar gerçekçi sayılabilir! Yetmez mi, televizyon tarafından belirlenen, gazete tarafından üretilen bir gerçeklik! Ne zaman anlaşılacak, sahteliğin bile geçerliliğini sorgulattığı kaypak bir zeminde iş görmenin ilk şartının, romantikliği ihmal edilmemiş düşlerle mümkün olduğu?

Retorik üstüne değil ayağı yere basan kabuller üzerine kurulu düşler… Düşlerin de en az bilim kadar, teknoloji kadar önemsendiği bir ortam. Yalnızca ‘gerçekimsi’ye değil gerçeğin ta kendisine bile haddini bildiren, ondaki düş eksikliğini hesaba çeken bir hakikat anlayışı… Yalnızca düşlerini gerçekleştirmekle yetinmeyen, gerçeklerini her adımda düşleriyle birlikte harmanlayan bir hakikat kavrayışı…

Hâlbuki handiyse tüm romantik ifadeler, onu kendi bağlamından soyutlayarak ‘edebiyatını yapma’yı seçmiş günübirlik başarıların malzemesi. İdealizmin arkasına sığınarak iş görmekse tüketilmişliğin sınırına vardırılan her şey gibi geri tepen bir taktik. Bu yüzden ne bütünüyle ilki, ne de öbürü olan, hatta bir başlarına bu ikisine yüz vermeyen, tersine ikisini bir araya getirerek oluşturduğu yeni bütünde, kendi gerçekliğine ait düş haritasının sınırlarını belirleyen bir tavır.

Kutsallarımızı makulleştirmeye değil makullerimizi kutsal ideallere dönüştürmeye muhtacız.

Edebiyatçısının, para kazanmak, adam sayılmak, ünlü olmak için değil, kendini ifadeye mecbur kaldığı için yola çıktığı; şairinin, karşı cinsin ilgisini çekmek için değil, başka bir biçimde söylenemeyecek meramını şiir kalıbında söylemeye sıvandığı; sanatçısının tanınmayı değil ‘anlatma’yı hedeflemek için kollarını sıvadığı bir ortam… Düzeyini, kendinden aşağıdaki örneklerle karşılaştırarak belirlemek ve yetkinliğini tespit etmek yerine, yalnızca söyleyecek sözü olduğunda kaleme sarılmak.

Nerede kelimeyi namus bilen şair? Reklam cümleleri değil şiir yazan?.. Nerede gerçek bir şairin ifadesiyle “dili de, kurgusu da mükemmele yakın yazılar yazmama”yı hedeflemeyi, dilinin ve dininin edebi sayan yazar? Nerede olmanın ölçütünü görünmek, görünmenin ölçütünü yayımlatabilmek saymayan, ‘olmak’ın peşinde bir ömür koşturmayı göze alabilen genç yazar?

Nasıl bir sanat?

Bütün kavramların içi boşaltıldıktan sonra piyasaya sürüldüğü bir ortamda yer almayı, kendine ve toplumuna küsmenin mazereti saymayan, her kavramı yeniden hak ettiği yere taşımayı ülküleyen, günübirlik başarılara değil, zora talip olan bir sanat. Her yaptığıyla ruhundaki kirleri teşhir eden değil, ‘olan’dan yola çıkarak ‘olması gereken’i teşhis eden bir sanat… Evet, çok zor bu. Teşhis edebilmek için şahsiyet sahibi olmak gerek çünkü. Hâlbuki ünlü olmak varken… Nerede her türlü ün payesine dudak büken soylu ideal?

Üzerinde yaşadığı toprağa borcu olduğunu unutmayan, ‘yerlilik’i bir slogan değil bir yaşama biçimi haline getiren duyarlılık nerede? Eğer bu duyarlılık Kaf Dağı’nın ardındaysa bile, aramak için yola çıkmaktan çekinmeyen idealizm nerede?

Her an hesap vermeye hazır, bir gün hesaba çekileceğinin bilinciyle adım atan bir idealist.

Gerçeklerle korkutmak yerine düşlerle oyalamak gibi sapkın bir idealizm değil, bütün gerçekliğiyle insan ve toplum meseleleriyle sıkı sıkıya örülü bir donanmışlıkla dünyaya bakan, fakat baktığı dünyada gördükleriyle karamsarlığa kapılmaktansa düşlerini romantik bir kılıkla dile getiren, ses getiren değil iz bırakan idealler peşinde koşan insan…

İşte bu yüzden, şuna buna değil, en çok sahici idealizme muhtacız! Üstelik yalnızca gençlerimiz değil, hepimiz.