Çok geriye gitmeye gerek yok. Bir millet için daha dün sayılabilecek Tanzimat dönemi aydını ile günümüz aydınını karşılaştırmaya sıvandığımız ânda neyi kaybettiğimizi anlama imkânına da yakın düşebiliriz. Pozitivizmin şahikalarda seyrettiği bu evre, aynı zamanda Frenkleşme’nin de zirve dönemi.
Bugünden baktığımızda bizi şaşırtabilecek tuhaf bir gerçekle karşılaşabiliriz bu dönemin ünlü ve ünsüz aydınına baktığımızda. Milliyetçi, toplumcu veya İslâmcı üst başlıklarından birine dâhil edilebilecek bütün bu aydınlar, aynı zamanda başka bir ortak paydaya dahildir: İlerlemecilik! Aslında bu kavramla örtük veya belirgin bir tarzda ima etmeye çalıştıkları şey, kendilerinden ileri kabul ettikleri Avrupa’daki değerleri, bu değerleri temsil eden başat kudret durumundaki bilimin ve teknolojinin üstünlüğünü şartsız ıvazsız kabullendikleri.
Fakat Tanzimat aydınının evsafı söz konusu edildiğinde dikkatlerden kaçmaması gereken başka bir husus daha var: Beşir Fuad’ından Cevdet Paşa’sına, Namık Kemal’inden Abdullah Cevdet’ine, Mehmet Akif’inden Babanzade’sine değin, olanca bilgi, kültür, inanç, iman, ülkü, dünya görüşü ve hayat anlayışı farklarına rağmen beherinin, günümüz aydınıyla karşılaştırılamayacak miktarda hem Batı kültürüne, hem de başta kendi kültürü olmak üzere Doğu kültürüne üstün vukufiyeti… Yanlış anlaşılmasın, bu kültür vukufiyeti, aynı zamanda bilim, sanat, felsefe, düşünce ve din meselelerini doğru anlamayı ve tutarlı çözümleyebilmeyi de her durumda beraberinde getiremiyor tabii ki. Fakat meselelerden kesinlikle haberdarlar. O meselelerin ya bizzat kendilerinin veya muadillerinin kendi kültür tarihleri içerisindeki seyrine ne oranda vakıf iseler, birkaç yüzyıldır haberdar olageldikleri Batı kültüründeki yeri ve değerine de aynı oranda vakıflar.
İşte günümüz Cumhuriyet aydınında ender görebileceğimiz özellik…
Yazık ki Cumhuriyet aydını, ya Batı’dan az-buçuk haberdar yahut mensup olduğu inanç ve düşünce sisteminin köklerinden koparılmış, bağlamından soyutlanmış kırıntılarından. Muhafazakâr diye tesmiye edilenlerin bazıları, önemini kavrayıp da Batı kültür verimlerine yöneldiğinde ise o kültür ürünlerine az-buçuk vukufiyet kesbedecek temel donanımlardan yoksun bırakıldığını fark etmeden sonuç çoğunlukla yüz kızartıcı suç düzeyinde yanlış anlamalar, eksik kavramalar, çarpık çıkarımlar öbeği. Zaten ilk bakışta alkışlanası bu yönelime biraz daha yakından bakıldığında, takdiri hak edecek bir merak saikinden çok, yıllar yılı aşağılanmanın doğurduğu bir haset yüklendiği fark edilebilir. Ama bu çok ayrı bir mesele.
Denklemin öbür yakasındaki aydınların durumu ne yazık ki daha da fena. Müslümanların yaşadığı memleketlerde en iyi ihtimalle birkaç mevsim konaklamış gazetecilerin, düşük cevherli sosyologların, ajanlığın yanında ek iş kabilinden yürütülen bir mesaiye mecbur araştırmacıların veya onlardan bile acınacak durumdaki yerli versiyonlarının kaleme aldığı üstünkörü gözlemler ile yıkılması imkânsız ön kabullerle örülen raporların, makalelerin özümsenmemiş kavramları arasında boğulduğunu idrak etmeden, içinde yaşamaktan içtinap ettiği kendi kültürü hakkında ahkâm kesen müstağripler sürüsü…
Hâlbuki Batı düşünce tarihini şöyle üstünkörü bir karıştırdığınızda bile ilk fark edeceğiniz şeylerden biri, Aydınlanma zihninin getirdiği temel düşünce tarzının, hem bilgi türleri, hem de bu bilgi türlerinin alt disiplinleri arasında bir karıştırmanın felâketle sonuçlamasının kaçınılmazlığı aksiyomudur. Ne ki Batı’da yazılmaya bile ihtiyaç hissedilmeyecek kırattaki bu bedaheti, Tanzimat sonrasındaki çok önemli bir isim, fakat özellikle de Cumhuriyet aydınları nedense bir türlü kavrayamadı.
İşin aslı çok basit aslında: Bir nesneye kimyager başka açılardan ve meselâ fizikçiden başka kaygılarla baktığı için birbirinden farklı sonuçlara ulaşır.
Aynı zamanda bir biyoloğun da kalkıp bu fizikçi ile kimyagerin söylediklerini dilediğince harmanlayıp o nesne hakkında yeni bir şeyler söylemeye sıvandığına şahitlik etmeyi düşleyemezsiniz bile. Çünkü ortak kavramlandırmaya ve çok benzer yöntemlere rağmen disiplinler arasındaki farklı bakış açılarının yol açtığı farklı beklentiler, farklı sonuçları beraberinde getirir.
Bir kere daha altını çizmekte yarar var: Batı tipi düşünme tarzı bu vasfını Aydınlanma ile kazandı. Çünkü bunun öncesinde kilise, zaten kendi bünyesinde üretilen bilim ile dini Kitabı Mukaddes’te mezcetmiş ve yüzyıllar boyunca da tekrar edegelmekte hiçbir beis görmemişti. Batı zihin mekanizmasını yeniden şekillendiren güneşin dünyanın etrafında dönmediği meselesi, İslâm dünyasında yüzyıllar önce ifade edilmesine rağmen üstelik. Fakat Reform, zaten tam da burada gerçekleşti ve modern bilimin de, modern felsefenin de vazgeçilmez ortak niteliği hâline gelen bu kabul, şimdiye değin bir kere bile bozulmadı. Farklı disiplinlerin çıkarımları elbette ortak kullanıma açıktı ama ne bu disiplinler arasında, ne de Batı’da bir zamanların rakibi bilim ile dinin arasında bir mecze rastlayamazsınız.
Elbette bu durum dindar bir fizikçiyi, Tanrısını laboratuarın dışında bırakmak mecburiyetine mahkûm etmemekteydi. Ama bu anlayış, aynı zamanda din adamını da bilimin desteğine ihtiyaç hissettirmemekteydi. Bugün Batı’da Kitabı Mukaddes’teki gerçekleri bilimden veya bilimsel verilerden hareketle yahut bilimsel bakış açısıyla yorumlamaya, dini bilimle desteklemeye gayret eden anlayışlara rastlayamazsınız; son derece avami düzeyler dışında tabii ki.
Ne ki dini kabulleri bilimle destekleme ihtiyacı, tuhaf bir biçimde yüzyıldır zihnimizi kasıp kavuran fecaatlerden biri. Askeri mağlûbiyetin doğurduğu bir ruh atmosferinde, Batı ile tekrar eskisi gibi çarpışabilecek ilerleme adına bir miktar anlaşılabilir sayılabilecek böylesi bir sapma, çok geçmeden çoğu dindar zihni felce uğratan bir mekanizma hâline geldi. İnsanların lehine veya aleyhine olduğuna bile bakılmaksızın Batı’da ortaya çıkmış ne kadar icat varsa, hangi laboratuarda, üç vakte kadar çürütülecek nasıl bir sonuca ulaşılmışsa onun aslının hemen filân ayette işaret edildiğini bulup çıkarma sapıklığı, elbette en çok da mucizeleri izahta kullanılmakta gecikemezdi.
Demem o ki ne kendi kültürünü, ne de içine itildiği kültürü lâyığınca anlayabilen kişiler, ancak böylesi alaturka ortaya karışık bir düşünme biçimini kolayca içselleştirebilirdi.
Hâlbuki dini bilimle payandalamaya iman etmiş biri, bu yaklaşımın Hıristiyanlık’ın başına açtığı belâlardan haberdar olabilse, Amerika’daki binlerce new age dinini andırır mevcut din anlayışına hâlâ inanmaya devam eder mi acaba?
Öte yandan, bir zamanlar kiliseyi bilime boğduran bu anlayış, acaba hangi niyetlerle ve nasıl bir el çabukluğuyla uzun vakitlerdir bizde de karşılık bulabilmekte?