Bilim Tarihi’nden öğrendik ki Avrupa’da ciddiye alınabilecek herhangi bir bilim çalışmasının üzerinden 5-10 yıl geçmeden Osmanlı uleması o metne atıfta bulunmaktaydı. Daha ilginci, askeri alanda Avrupa’nın zaferleri sonrasında bu haberdar olma süresi daha da kısaldı. 90 yıldır kafamıza kakılan yalanın tersine, Osmanlı’nın kendisine savaş alanında galip gelen bu kitlenin ne idüğünü merakla soruşturduğundan, bilim ve teknik alalındaki gelişmeleri ânbeân takip ettiğinden artık eminiz. Avrupa’nın Rönesans’la birlikte pozitif bilimlerde kat ettiği aşama sonrasında, Osmanlı’nın önüne geçtiği iddiası ne kadar doğru acaba?
Osmanlı’nın hiç mi başı hoş değildi teknikte? Yine Bilim Tarihi ve Kültür Tarihi araştırmalarından öğrendiğimize göre Osmanlı ve onun mensup olduğu medeniyetin benlik algısı, bu tür keşif ve buluşları ancak birer oyuncak düzeyine indirgeyecek ve o oranca önemseyecek bir ontolojik kabulün yansısıydı. Üstelik kitleleri gündelik yaşantılarında daha rahat ettirmek kılıfı altında bir sömürü örgüsü kurmak, Osmanlı’nın epistemik kabullerine de, etik kabullerine de uyması/uydurulması düşünülemez işlerdendi.
Ancak böylelikle gittikçe atını her Avrupalının, Türk-İslâm beldesinin sembol mekânı Üsküdar’da cirit atmasının önü açılmış oldu ve asıl bu saatten sonra, anlamamaktan değil de, benimseyememekten kaynaklanan kompleksler, değil Üsküdar alanındaki, her alandaki Osmanlı üstünlüğünün sonunu getirdi. Alanlarda savaşı kaybetmeye başlayan Osmanlı, fantazya planında ve ütopya kılığında düş alanlarında kendine teselli arayacak zihniyette bir benlik örgüsü kurmaya da izin verecek bir düşünce yapısına sahip değildi. O yüzden 16. yüzyıl İngiltere’sinin dahi sayılan ismi Thomas More gibi bir Utopia hiç üretmedi.
Hiç mi?
Bu yenilgi artık bir psikolojiye dönüşene değin, yani Avrupalının kendi ahlâk anlayışına göre eğittiği ve Osmanlı’ya geri gönderdiği Tanzimat aydınına değin hiç? Ancak bu dönemden sonra, çoğu siyasi kılıklı, “Osmanlı eski ihtişamına nasıl dönebilir?” sorusuna karşılık arayan ve rüya metinleri anlamına gelen ‘hâbname’ geleneğinin izini süren kimi fantazyalara rastlayabiliyoruz. Bu fantazyalarda çoğunda, Osmanlı siyaset mekanizmasında aksayan yönleri veya bu mekanizmayı aksatan kişileri hedef alan, yergi dolu satırlara rastlayabiliyoruz. Daha ilginci, tıpkı kişilerin rüya görmesi gibi bir aydın kitlesinin bütünüyle rüyaya yattığını söylememizi mümkün kılacak örneklerle karşılaşabiliyoruz bu dönemde. Çünkü daha sonraları H. G. Wells’in Modern Bir Ütopya’sında “Her kuşak kendi ütopyasını var edecek. (…) Sonunda düş ütopyalar birer tasarıya dönüşecek ve bunlar artık bir ütopya değil, dünyanın ta kendisi olacak.” diyeceği düşler çağı açılmıştı.
Bu dönemin ütopyalarında eksen teşkil eden asıl nitelik, bir dönemler gördüğü ‘rüyayı sadıka’ ile hayatına yön veren anlayışının rüyaya yüklediği anlamdan yararlanarak “Ben buradayım” demek.
İşte bu sınıfa birçok bakımdan girmeyecek nitelikte bir eserin sahibi Namık Kemal. Rüya adlı hikâye ile roman arasında gidip gelen kitabında Namık Kemal, vatan ve hürriyet ideallerini, bu uğurda kurguladığı rüyalarını bir bir anlatır.
Namık Kemal’in Rüya’sı
Yazar, bir akşamüstü, denize nazır bir Boğaziçi köşküne misafir olur. Garip bir ruh hâleti içinde pencerenin kenarına oturarak denizi seyre dalar. Birden güneş batar ve etraf vakitsiz bir karanlığa gömülür. Ardından çıkan fırtınanın da etkisiyle yattığında kendini bir sahrada bulur. Ufukta beliren bulutun içinde doğrulan Hürriyet adlı kızın rehberliğinde bambaşka bir ülkeyi gezer.
Gezdikleri kentlerin yolları “binlerce mehtabı, yüz binlerce kehkeşanı, milyonlarca yıldızı cami” aydınlıkla donanmıştır. Sarayları bile kıskandıracak süsteki evler, aynı zamanda kalelerden bile üstün sağlamlıktadır. Tanımlanması zor nesneler denizde yüzmekte, görülmemiş kimi nesneler de ha bire gökyüzünde uçmaktadır. Dileyenin evinde bir ‘telgraf’ vardır.
Yalnızca alet-edevat da mıdır bu görülmemiş ilerleme? Halkın arasında en yoksul sayılanı bile padişahtan çok daha büyük bir refah içindedir. İnsanların işi, gücü, her gün yeni ve yetkin fikirler ileri sürmektir. Ortalıklarda ‘mebusan-ı ahâli’ler dolaşmakta ve mahkemeler mahşer gününde kurulacak mahkemeyle yarışacak titizliktedir. Tabii yazarın rüyadan uyandığında uğradığı kırıklığı tahmin zor değil.
Ahval-i Belediyye
Başka bir aynı dönem aydını olan Mehmet Nazım Bey, Muhatabe adlı eserinde uygarlık nesnelerine, kişilik sahibi her bireyin barındırması zorunlu bir yaklaşımla bakar ve bu nesnelerin ortaya çıkışı sırasında doğa üzerinde yapılan yıkımı vurgular. Örneğin dağlar şöyle dile gelir: “İnsanlar elinden vahşi hayvanları utandıracak kadar tahribata uğruyoruz. Ne yapabiliriz! Mükevvenatın nizamı, galibin zebuna istediğini yapabilmesini iktiza eder.” Böyle fikir yürüten bir dağdan beklenebilecek bir yorum: “Şu hâlde siz medeniyet yerine esaret, rahat yerine eziyet içindesiniz de kendinizden haberiniz yok.”
Fakat aynı dağ, biraz ileride gerçekten çarpıcı bir değerlendirmede bulunacaktır: “Sizde âdetler de ihtiyaç olmuş, yahut kendinize çıkardığınız ihtiyaçlara âdet diyorsunuz. Bir sonraki dönemin bıçkın aydını Ahmet Rasim, yeni çıkan belediye kanununu eleştirmek için Ahval-i Belediyye kanununu eleştirmek için Ahval-i Belediyye adlı bir yazı kaleme alır ve yazısında alaycı üslubuyla dile getirdiklerinde, dikkat çekici öngörülerde bulunmuş: Ben ömrümde böyle temiz, geniş, muntazam sokaklara malik şehir görmedim. Süprüntü mü? Çöp yok. Şirket kendi hesabına işlediği için tozkoparan makinaları gibi arabalar yaptırmış, bunlar süprüntü yığını yanına geldi mi ne var, ne yok sömürüyordu.”
Hep tertemiz cumhuriyet
Benzer tarz muhalefet örneğini Osmanlı sonrasında da görebilmekteyiz. Tescilli bir muhalif olan Refik Halid, o günlerin Sabah gazetesinde yazdığı “Hulya Bu Ya…” başlıklı yazısında o zamanlar bir taşra kasabası niteliğindeki Ankara’yı ve özellikle TBMM hükümetini sarakaya alır. 11 Şubat 1921 tarihli bu yazıda, John Hülya adlı bir Amerikalı New Chicago adlı dergisinde yayımladığı hatıralarında, Amerika’nın değme kentleriyle yarışan modern kent yapısını uzun uzun anlatır. Hatta Amerikalının hatıralarına göre Türkler teknikte öylesine ilerlemişlerdir ki dilediklerinde iklim koşullarına ve hava durumuna bile müdahale edebilmekte, dahası istedikleri an geceyi gündüze, gündüzü geceye döndürebilmekteler.
Bugün adı anılmasa da, Cumhuriyet ideolojisinin, özellikle din ve inanç konularındaki politikasının belirleyicilerinden İ. Hakkı Kılıçoğlu, İctihad’da çıkan “Pek Uyanık Bir Rüya” başlıklı yazısında, geleceğe dair pek müjdeli haberler aktarır:
Örneğin padişahlar artık tek eşle evlenecek, tek sarayda oturacak, diğer tüm mallarını satacak ve ancak maaşından maaşından artırabilirse mülk alabilecektir. Hazinedeki tüm ziynetler ya müzeye konulacak ya da satılıp ülkenin yararına kullanılacaktır. Türkler her türlü hurafelerden kurtulacak, (lütfen buraya dikkat) binaların kapı üstlerinde yazılı ‘Ya Hâfız’ levhalarının altına sigorta şirketinin levhası asılacak. İnsanlara İslâm’ın şartı sorulduğunda ‘altıdır’ karşılığı alınacak; İslâm’ın altıncı şartı, “bir tüfek, bin fişek, daimi ve taze üç günlük idareye tabi bir torba ekmek sahibi olmaktır.” karşılığının alınması sağlanacak.
Bir Osmanlı aydınının ‘Düş ülkesi’
Bitmedi; kadınlar diledikleri gibi giyinebilecek, polis de, softalar da onlara karışamayacak, şeyhülislâmlar da çarşaf konusuna beyanname falan hazırlayamayacak. Bu arada, tabii ki tekke ve zaviyeler kapatılacak. O yüzden de kızlar erkeklerle diledikleri gibi görüşebilecekler, dahası kadınlar için bir tıbbiye mektebi açılacak.
Azla yetinmek ve ahiret için çalışmak gibi tavsiyelerde bulunan softa kişilerin boyunlarına bunun tersini telkin eden ayet ve hadisler asılacak. Vaizler cennetin güzelliğinden ve cehennemin korkunçluğundan söz edemeyecek, bunun yerine İslâm birliğinden, İslâm’ın bir ahlâk dini olduğundan bahsedecekler; hutbeler Türkçe okunacak ve içerikleri de asra uygun olacak.
Medreseler de kapatılacak, onların yerine College de France benzeri okullar açılacak. Yolların uygun yerlerinde “Koşunuz, acele ediniz, durmayınız” gibi tabelalar asılacak.
Peyami Safa’nın ‘Simeranya’sı
Batılı anlamda bir ütopyanın en yetkin örneklerinden birini ise 1978’ de yazdığı Yalnızız adlı romanda Peyami Safa verir. Romanın örgüsü içinde, eserin kahramanı Samim, sık sık rüyalarında Simeranya adlı bir ülkeye gider ve 150 yıl sonra kurulacak bu düş ülkesinde bütün insan ve toplum meselelerinin ne harika düzeyde çözümlendiğini görür.
Ütopik bir nitelikte olmadığı hâlde, dini/tasavvufi bir dünya görüşünden pay almış ve eski hâbname bütünlüklü rüya geleneğiyle bağını koparmamış ürünlerin en sonuncusu, Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin Âmak-ı Hayal’i. Bu eserin kahramanı Raci, insanı başka dünyalara taşıyacak en yetkin çalgı durumundaki ney sesinin de kanatlandırmasıyla dokuz gün boyunca rüya görür ve bu rüyalarda aslında yitip gitmeye başlayan İslâm medeniyetinin mükemmel bir özeti resmedilir.
Tanpınar da insanlık tarihinin yaşamadığı denli parlak ya da görülmemiş oranda zifiri gelecek tabloları çizmeden edemeyenlerden. İyi bir romancıya yakışmayacak kadar burlesk bir kılıf altında kendi adına konuşturduğu Huzur’un İhsan’ına şöyle bir söz söyletebilmektedir:
“Hep eski şartların devamını görürsünüz. Coğrafyaya yer yer esniyor. Sıkı bir nüfus siyasetine, sıkı bir istihsal siyasetine başlamamız lâzım. Öğretme ve yetiştirme işleri için de aynı zaruretlerle karşı karşıyayız. Bir takım mekteplerimiz var; birçok şeyler öğretiyoruz. Fakat hep eksik olan bir memur kadrosunu doldurmak için çalışıyoruz. Bu kadro dolduğu gün ne yapacağız? Çocuklarımızı muayyen yaşlara kadar okutmayı adet edindik. Bu çok güzel bir şey! Fakat günün birinde bu mektepler sadece işsiz adam çıkaracak, bir yığın yarı münevver hayatı kaplayacak… O zaman ne olacak? Kriz… Hâlbuki maarifi istihsalin yardımcısı yapabiliriz ve dahili eşanjı artırabiliriz. Bütün mesele burada.”
Kim ne derse desin, gelecek tasavvurumuz, şimdi algımız kadar arızalarla malûl.