‘Ben bir safım ve bununla gurur duyuyorum.’ Böyle bir cümleyi şimdiye kadar duydunuz mu hiç? Bir kerecik olsun.
Şimdi bir adım daha atalım ve soralım: Peki hiç bu cümleyi birinden duymayı hayal ettiniz mi? Yahut bu cümleyi kendiniz için kurma aşamasına geldiniz mi hiç? Cümlenin sadece ilk yarısını değil; ikinci yarısını asıl. Hayatta kaybettiğimiz, ezildiğimiz, yenildiğimiz ve elimizdekinin gasp edildiğini kabullendiğimizde kendini saflıkla suçlamaktan bahsetmediğim açık. Muvakkat bir ithamdan değil, mukayyet bir kabulden bahsediyorum.
Şimdi tahayyülât vakti: Saflığını kabul eden, hatta bu vasfıyla gurur duyan bir insanoğlunu gözünüzün önünde canlandırabilir misiniz?
Şimdi de “Mars’tan gelmiş bir canlıyı gözünüzün önünde canlandırmaya çalışın” desem… Fark etmişsinizdir, hayal gücünüz ne kadar kavi olursa olsun, ne miktarda bilim-kurgu filmi seyrederseniz edin, düşlediğiniz görüntü, nihayetinde üç boyuta mahkûm kalmak mecburiyetinde, değil mi?
Başka bir ifadeyle gözümüzün önünde canlandırdığımız Marslı görüntüsü, bizden bağımsız bir biçimde Mars’tan çok Dünya’ya özgü, Dünya ile sınırlı bir varlığa denk gelmek mecburiyetinde. Gözümüzün önünde canlanan görüntüler birbirinden ne kadar farklılık arz etse, beheri dünya dışı olmaktan çok dünyevi kaçsa bile nihayetinde bir Marslıyı, kendisini saf kabul eden, üstelik bununla övünebilecek birine göre daha kolay tahayyül edebiliyoruz, değil mi?
Ne acı ki öyle.
İnsanlık doğanın değil, ölenin hakkı
Saflık…
Bir zamanların bütün insanları için kayıtsız-şartsız ulaşılması zorunlu kızıl elması…
Birçok anlayışa ve inanca göre doğuştan kirli yegâne varlık insandı. Ama aynı zamanda kirlerinden arınabilecek biricik varlık da. Hem kirlenebilen, hem de temizlenebilen bir varlık insan. Doğmak, kişiye bir tercih hakkı tanınması demek. Yanlışa düştükçe kirlenen… ne ki dilediğinde doğruya kulaç attıkça da aklanıp paklanabilen.
Demek ki irade, bize bahşedilenlerin en şereflisi.
Ya doğuştan getirilen yahut sonradan edinilen kirlerinden arındığında kişinin esfeli mahlûkatlıktan çıkıp insanlaşabildiği kabul ediliyordu o dönemler. İnsan olma vasfı bilfiil bir durum değil, bilkuvve bir imkândı bu kabule göre. Doğan bebeğin sıfatı değil, göçen mevtanın hakkıydı insanlık.
Başka bir ifadeyle kişi insan doğmaz ama dilerse insan ölebilirdi.
İltifattan hakarete
Dolayısıyla saflık bir itham değil, iltifattı o vakitler.
Aydınlanma her şeyin ölçüsünü insan kıldığı dönemden beriyse sakınılması zorunlu bir eksiklik, bir kusur; bir acınasılık.
Yahut da ancak zayıfların, beceriksizlerin, türlü yetersizliklerin baş mazereti.
Çoğunda bir ithamın gerekçesi.
Modernleşme maceramız yoldan çıkarılalı beriyse saflık, bırakalım yarı hayali bir hedef kalmayı, ithamı tahammülfersa bir tahkir sayılagelmekte.
Hâlbuki saflık, birbirine tezat teşkil etmezse bile birbirinden farklı iki manâya karşılık gelmekte. Bu karşılıklardan ilki, o kadim kabulün kokusunu barındırmada: Bulunması gerekmeyeni içinde barındırmayan.
Bir dahi aşk ile: İçinde, bulunması gerekmeyeni barındırmayan.
Ne ulvi bir haslet.
Saflığın öteki anlamı izahtan vareste: İçinde bulunmaması gerekenleri dışarıda tutmaya gayret ederken bulunması gerekenleri de feda ettiğini farkedememe durumu. Dışarının en ufak saldırısında bile savunmasız kalan, itaatten başka seçeneği kalmayacak hâle gelmiş kimseye de saf demekteyiz.
Saflığa talip olabilmek
Zamanımızda sorulması abes hâle gelmiş soru: Saflık tabirinin manâlarından ilkine taliplik için ikincisine maruz kalmayı göze almaya değmez mi?
Kanaatimce bu soruya verdiğimiz örtük cevap, hakiki manâsıyla bizi biz kılmada. Örtük cevaptan kasıt, sorulduğunda verdiğimiz karşılık değil, bilinç düzeyimize hiç çıkmadığı için derinlerde gömülü, dolayısıyla bizim için belki örtük ama aslında hayatımızın bir aşamasında yaşadığımız belirleyici hadiselerin ardından bulduğumuz, seçtiğimiz veya kabullendiğimiz cevap… Biz, sorulduğunda verdiğimiz karşılıkların değil, işte bu örtük cevaplarımızın mecmuuyuz.
Saflığın ve beyazlığın, saldırılmaya ve kirletilmeye davetiye teşkil ettiğini elbet bilmekteyim. Kirlenmemeyi tercih edişinizin her seferinde, sizi kendisinden farklı gören herkesin hedefi hâline gelirsiniz; farkındayım. Nereden mi biliyorum? Mücerreptir efendim.
Gündelik yaşantıda saflık tabiriyle her karşılaştığımızda beherimizin aklına kolay kandırılabilirliğin geldiğini inkâra hacet yok. Geçmişin zıddına şimdilerde birini saflıkla itham etmek, o kişiye galiz biçimde küfretmekle eşdeğer. Üstelik ithamda isabet kaydedildiğinde bile böyle bu.
Saflık, kimselerin yanına-yakınına yaklaştırmaya rıza göstermediği, aynı fotoğraf karesinde yeralmak istemediği bir nevi cüzzamlı.
Ne ki saflığı talep etme hakkı elimizde. “Ben bir safım ve bununla gurur duyuyorum.” iddiasını ispatla mükellef değil miyiz?
Ben bir safım ve bununla gurur duyuyorum.