Batı karşısında yeni bir düşünme ve hareket biçimi olarak Türkiye

1992’de Bosna Savaşı başladığında milletimizin evlatlarından bir kısmı yönünü Batı’ya çevirmişler ve sahada Batılıların uzantılarıyla kıyasıya bir mücadelenin içine girmişlerdi. I. Dünya Savaşı’nı takip eden uzun bir aradan sonra Batı karşısında alınan bu tavır, ahlakî bir endişenin tezahürüydü. Fakat bu sefer mağlubiyet kaçınılmaz değildi. Bu beklentinin oluşmasında Kıbrıs’a müdahalenin özgüveni de vardı. Şahsî olarak bu hadiseleri I. Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyetimiz ile karşılaştırıyor, artık yeni bir dünyanın eşiğinde olduğumuzu düşünüyordum.

Bosna savaşında milletimizin kendi başına oluşturduğu siyasî tavır, geleceğe dair büyük umutlar doğuruyordu. Bu süreçte Türkiye devletinin Bosna’ya karşı bir ilgisi olsa da bu, yeterli bir düzeye ulaşmamıştı. Hatta o dönemde Marmara Denizi’nde bir gemi, Pakistan devletinin Bosna’ya silah gönderdiği şüphesiyle uluslararası güçlere şikâyet edilmişti. Devleti temsil edenlerin bu olumsuz tavrına karşı milletimizin Bosna’ya ilgisi azalmadı. Balkan coğrafyasına yönelen bakışlar coğrafya ve tarih derinliğini tekrar yakaladı. Çünkü Anadolu’ya çekildiğimiz zamanlarda geride bıraktığımız ve bir daha yüzümüzü dönemediğimiz bir coğrafya, tarihin bütün çözülmemiş sorunlarını karşımıza getiriyordu. Kuşkusuz bu durum, özellikle İslamcılarda ciddî bir dönüşüm sağladı, İslamcı düşünceye bir derinlik kazandırdı. Coğrafya ve tarihle yeniden kurulan bağlar, yeni bir düşünce biçiminin habercisiydi. Soyut fikrî meseleler üzerine mesai harcamakla yorulan zihinler, artık yüzleştiği bir coğrafyanın tarihten getirdiği meselelere yöneliyordu. Bu yeni düşünüş biçiminde millîlik ve yerlilik teması ağır basıyor, coğrafyanın tarihî tecrübesi kendiliğinden yeni dönemi başlatıyordu.

Bosna savaşıyla aynı zaman diliminde Irak’ta İslâm dünyasına yönelik yeni bir işgal girişimi başladı. Savaş yine bizim coğrafyamızdaydı. Fakat bu savaşa coğrafyanın savunulması bağlamında yaklaşmak mümkün olmadı. Amerika’nın işgal siyaseti, İslâm dünyasında muazzam bir karmaşanın hâkimiyet kurmasını amaçlamaktaydı. Batı, Irak’ta istediklerine ulaştı. Kaos, terör üretti ve İslâm terör parantezine alındı. Ama yine de I. Körfez Savaşı, coğrafyaya sadakatin önemini bütün İslâm dünyasına öğretti.

İslâm dünyasına yönelik Batı saldırıları karşısında farklı kesimlerin birbirinden farklı tepkilere sahip olması anlaşılır bir durumdur. Buna karşın İslâm’ı terör ile özdeşleştiren yaklaşımlar İslam dünyasına da sirayet etti. Hâlbuki bu dünyada devletlerin hadiseleri göğüslemedeki yetersizliği farklı tepkilerin oluşması için üretken bir zemindi. Devletsizlik veya güçsüz devletlerin edilgenliği Bosna savaşında olduğu gibi devlet dışında kalan unsurların kişisel tavır alma örneklerini çoğalttı. Bosna savaşında tarih sahnesine İslâmcı kimliği ile çıkan Aliya İzzetbogoviç’in güçlü kişiliği ve temsil kabiliyeti, uçlarda yer alabilecek unsurları dahi belirli bir istikamete yöneltmede etkili oldu. Oysa bu durum Irak için geçerli değildi. Batı’nın, Irak özelinde uyguladığı şiddet Müslüman gururunun kırılmasını hedefledi ve bu genel bir siyaset hâlini aldı. Bugün İslam dünyasındaki şiddet ve terör hadiselerini Müslümanlıkla özdeşleştirenlerin, şiddet uygulayarak işledikleri cinayetleri bilerek yok saydıkları görülüyor.

İslam dünyası ve şiddet bahsinin analizinde özellikle Frantz Fanon gibi antiemperyalizmin güçlü temsilcilerinin hedef tahtasına oturtulması da son derece anlamlıdır. Batılılar ve onların uzantıları bu şekilde davranarak hem Fanon’ları hem de direnişi saf dışına itmiş oldular. Onların yerine, ne olduğu belirsiz, İslâm görünümlü devşirilmiş grupları ileri sürdüler.

İslâm dünyasında şiddet ve terör bir konudur ve mutlaka Batı Avrupa emperyalizminin uyguladığı siyasetin bir aracı şeklinde ele alınmalıdır. Batı, kendi dışında kalan bütün coğrafyalarda uyguladığı şiddet siyasetiyle terör estirdi ve yüreklere dehşet saldı. Zaten amacı da buydu. Hâkimiyeti altına aldığı coğrafyalarda şiddeti gündelik hayatın bir parçası hâline getirdiler. Bunu anlamak için Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’nın Kesik Damarları adlı kitabını okumak yeterlidir.

Batı, her zamanki gibi sömürgeci emellerle coğrafyamıza saldırmaya devam ediyor. Fakat bu kez durum biraz farklılık arz ediyor. Özellikle Osmanlı sahasında Batı’ya karşı oluşan yeni bir mücadele şeklinden, yeni bir düşünme biçiminden bahsetmek artık bir zorunluluktur. Bu yeni mücadele ve düşünme biçimi, devletsiz ve edilgen zayıf toplumların aksine derin bir devlet geleneğine ve Batı’yla bin yıllık bir mücadele birikimine sahip Türkiye’de şekillendi. Onlar saldırdıkça Doğu’nun tarihî dinamikleri harekete geçiyor ve geleceği inşa edecek yeni bir düşünme ve tavır alma biçimi adeta bütün coğrafyayı kuşatıyor. Artık bizim coğrafyamızda Batı’nın uydusu hareketlerin gelecek şansı yoktur. Uzun bir zaman boyunca kendini Batı’ya göre tanımlayan siyasî ve entelektüel hareketler kaybetti, onlar bu topraklara özgü yeni bir fikir ve mücadele üretemediler. 15 Temmuz uğursuz darbe girişimiyle kaleyi içeriden fethetme emelleri de sonuçsuz kaldı.

Uzun zaman içinde kendi kendini inşa eden bir düşünme biçimi, bugün Türkiye’de devlet düzeyinde bir siyasî tavra dönüştü. Batı, ortaya çıkan yeni durumu algılamakta zorlanıyor. Türkiye, coğrafyasına ve tarihine sırtını dönmekten ve onu yok saymaktan vaz geçti. Başka türlü olması da mümkün değildi.

Erdoğan Türkiye’si edilgenliğe rıza göstermeyeceğini bütün dünyaya gösterdi. 15 Temmuz darbe girişiminin püskürtülmesiyle bu ilanın millet tarafından ne kadar benimsenmiş olduğu da kanıtlandı.