Fikirler “bir tohum gibidir, toprağa atıldıktan sonra bir zaman geçer koca ağaç olur ve gölgesine sığınmak isteyenlere melce olur” cümlesi mecaz üzerinden bir olguyu çok güzel anlatır. Fakat cümlede geçen mecazın, fikirlerin gelişim sürecinde karşılaşılan güçlükleri örtmek gibi bir kusuru var, bu zorlukların neler olduğu sorusuna cevap vermiyor.
Türkiye uzun bir dönem, hem yerel dinamiklerin neticesi hem de küresel düzeyde meydana gelen değişim ve gelişmelerin yansıması olan sorunlara karşı kendi gerçekliğinden hareketle bir cevap arayışı içinde olamadı. 19. yüzyılda Türk ve İslâm dünyası ölçeğinde karşılığı olan çok önemli bir tecrübeye sahip olsak da geçen asrın ikinci çeyreğinden itibaren bu tecrübe ile bağımız zayıfladı. Hem Batı etkisi hem de geçmişle kurmaya çalıştığımız ilişkideki zaaflar farklı güç odaklarının müdahale ve yönlendirmelerine müsait bir ortam doğurdu. En üst düzeyde tercihte bulunmama durumu hem fikrî arayışları dar kalıplar içine hapsetti hem de sun’î ayrışmalara kapı araladı.
Geçen yüzyılda yaşadığımız dönemsel değişimlerin dönüştürücü etkisi hastalıklı yapıların ortaya çıkmasına sebep olsa da asıl belirleyici olan uzun bir zamandır yaşamakta olduğumuz medeniyet kriziydi. Sosyal, fikrî, coğrafî ve tarihî gerçekliğimize karşı duyduğumuz güvensizlik hastalıklı yapılar şeklinde uç veriyordu. Burada önemle üzerinde durulması gerekli olan hedefsizlikti. Halk düzeyinde klasik dinî kurumlar geleneksel uygulamalarını sürdürdükleri müddetçe varlığın geleceğe taşınmasında önemli bir sorun yaşanmadı. Hedefsizlik önemli bir sorun teşkil etse de varlığını korumak dahi önemsenmesi gerekli bir başarıdır. Fakat esas kırılma, klasik kurumlardan farklı olarak yeni davranış kalıpları geliştiren dinî oluşumlar arasında yaşanıyordu.
Tanzimat Fermanı’nda “sorun dinimizde değil, onu yanlış anlayan Müslümanlardadır” anlamına gelen uyarı, hedef belirleme bakımından çok önemliydi. Bu mühim uyarının varlığını hâlâ sürdürüyor olması belirli bir dönem hayatî bir ihtiyaca cevap vermesindendir. Millî benliğin ayakta kalmasını sağlayan dinî düşünceden uzaklaşmanın önüne set çekti. Fakat bu, varlığı geleceğe taşımaya imkân tanımış olsa da kalıcı bir çözüm değildi. Çünkü salt varlığı geleceğe taşıma kaygısı gerçeklikten kopuşu da beraberinde getirdi. Bu da kaçınılmaz bir sonuçtu. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki arayış süreci kendi koşulları içinde devam etseydi, bu kopuş gerçekleşmeyebilirdi. Fakat yaşadığımız büyük mağlubiyetler kendi koşulları içindeki çözüm arayışlarını imkânsız hâle getirdi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren şekillenmeye başlayan fikrî hareketlerin keskin hatlarıyla birbirinden ayrılamamasını dayandıkları sosyal, fikrî, coğrafî ve tarihî gerçeklikten kopmamış olmalarıyla izah edebiliriz.
Geçen yüzyılın en olumlu yanı doğal koşullar içinde fikren yenilenmek suretiyle yaşanılan değişime tanıdığı imkândır. Osmanlı döneminde yeniliklerin yukarıdan aşağı olması birtakım dirençleri beraberinde getirmişti fakat yaşanılan gerilim, izleri günümüze kadar süren çözümlere de yol açmıştı. Buna ilaveten geçen yüzyılda gerilim tercihsizlikle hedef belirleme arayışları arasında yaşandı. Bu, bir bakıma değişimin kendi doğal koşulları içinde yaşanılması anlamına gelir ve dinî düşüncenin kendine yeni bir yön belirlemesi açısından büyük bir kazanımdır. İslamî düşüncenin ana damarı, Osmanlı’dan miras kalan kurumsal çözümler ve geçen yüzyıldaki doğal koşullar ortamında oluşumunu sürdürdü ve yükselişe geçti. Klasik kurumlardan farklı yeni davranış kalıpları geliştiren dinî oluşumların, bahsi geçen ana damara karşı çıkmaları da üzerinde durulmayı hak eder. 15 Temmuz hadisesi, bu karşıtlığın, hâlâ devam ettiğini gösterir.
Günümüzde en üst düzeyde tercihlerin yeniden gündeme gelmesini önemsemeliyiz. Çünkü bu durum, önemli değişimleri tetikleyebilecek bir gelişmedir. Bu gelişmenin esas olumlu etkisini dar kalıplar içine hapsolmuş fikrî arayışlar ve sun’î ayrışmalar üzerinde göstereceğini söyleyebiliriz. Fakat bu sürecin yerel dinamiklerle ilişkisini koparmış; sosyal, fikrî, coğrafî ve tarihî gerçekliğe yabancılaşmış kurumsal yapılar üzerindeki etkisi uzun bir süre belirsizliğini koruyacağa benziyor. Bu belirsizliğin en başta gelen sebebi ise kurumsal yapılar içinde şekillenmiş zihnî kalıpların, birey kimliğini dışlayıcı bir nüfuz alanı oluşturmasıdır. Sürece yön verecek olan en üst seviyede yapılan tercihlerdir. Elbette sürecin kendi başına belirleyicilik etkisine sahip olacağını söylemek istemiyoruz.
Görüldüğü gibi bugün yaşamakta olduğumuz sorunlar ve bu sorunlar karşısında geliştirmekte olduğumuz çözümler ne geçmişimizden bağımsızdır ne de geleceğimizden. Biz, büyük bir tarihî tecrübenin ışığında yol almaya çalışıyoruz. Batı ile mücadelemizin uzun bir geçmişi var. Bu mücadelenin birbirini etkileyen ve dönüştüren çeşitli safhalarının olduğunu biliyoruz. Hem kendi gerçekliğimizi hem de Batı karşısında yaşadığımız hadiselerin farklı safhalarını, ortaya çıkarmış olduğu imkânlar ve sorunlar bakımından tekrar tekrar ele almakta birçok fayda olduğu açıktır. Çünkü Batı ile olan mücadelemiz yeni bir safhaya girmiş bulunmaktadır. “En üst düzeyde tercih” ile işaret etmek istediğimiz de bu yeni safhadır.
İsmet Özel’in “kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir” sözü basit bir slogana indirgenmemeli.