Başörtüsü yasakları ve Ergenekon davası

basortusu

Yıl 1993’tü. Öğretmenlik başvurusunda bulunmak için evraklarımı tamamlamak amacıyla bir kuyrukta bekliyordum. Kulak Burun Boğaz doktoruna görünmemiz gerekiyordu. Önümde başörtülü bir kız vardı. Sıra ona geldiğinde doktor sert bir şekilde başörtüsünü açmasını emretti. Kız gayet ürkek bir tavırla açmasa da muayene olabileceğini söyledi ama doktor bütün nobranlığıyla hem kızı azarlıyor hem de işini yapmıyordu. Yasakların uygulanmasıyla doğrudan alakası olmayan sıradan bir doktorun başörtülü genç bir kız karşısında aslan kesilmesi onuruma dokundu. Hâlbuki diğer adaylara sadece soru soruyor ve herhangi bir inceleme yapmadan evrakları onaylıyordu. Yıllardır üniversitede başörtüsü mücadelesinin içinde yer alan bir kişi olarak tam bu aşamada aynı yasakçı zihniyetle karşılaşmış olduğum için kendime dahi kızıyordum ama yapılacak fazla bir şey yoktu. Doktora müdahale ettim, bağırmadan konuşması gerektiğini söyledim. Bu müdahaleden sonra hadisenin merkezinde olan bendim. Biraz kavgadan sonra doktor, bana ait evraklara onay vermedi. Başvuru için son gündü ve bir hastanenin KBB bölümünden tam teşekküllü bir rapor almak zorunda kaldım.

Şahit olduğum bu hadise onca sene yasakların doğrudan muhatabı olan kızlar için sıradanlaşmıştı. Başörtülü kızlar bu türden aslan kesilme örnekleri ile çokça karşılaştılar. Yasakçı tavır zaman içinde aynı fikrin bütün müntesiplerini kuşatacak şekilde genişleyerek varlığını sürdürdü.

12 Eylül askerî darbesi hakkında yapılan yanlış yorumların en önemlisi darbenin amaçları hakkındadır. Bu darbe ile İslami kesimin kollandığı üzerine görüşler ileri sürüldü ve bu görüşler günümüzde de tekrarlanıyor. Hâlbuki bu darbenin İslami kesim üzerindeki baskısı şu son birkaç seneye kadar hiç kesintisiz devam etti. Aynı dönemde Fethullahçıların önünün açılmasıyla, bu yapının İslamcılar karşısında bir dalgakıran şeklinde tasarlanmış olması üzerinde durulmamıştır. Fakat bu farklı bir yazının konusu.

12 Eylül askerî darbesinden sonra ilk kapsamlı yasak 1986’nın Aralık ayından itibaren uygulandı. İmam Hatip Lisesi mezunlarının üniversitelere girmeye başladığı dönemlerden itibaren başörtülü öğrencilerin sayısı arttı ve yasaklar bütün Türkiye’nin gündemine girdi. Zaman zaman bir yumuşama olduysa da yasaklar şu geçen birkaç yıla kadar varlığını sürdürdü. Yasakların en önemli destekçileri arasında farklı sol grupların olması oldukça dikkat çekicidir.

Kuşkusuz başörtüsü yasakları ile Türk halkının var olma mücadelesi birbirine doğrudan bağlıydı. Üniversitede başörtüsü ile varlığını ayakta tutmaya çalışan öğrencilerin mücadelesi sembolik bir değere sahipti. Batı kültürünü benimseyerek kendi varlığına meşruiyet kazandırdığını zannedenler, Türk halkına karşı üstünlük elde ettiğini düşünüyordu. Dolayısıyla başörtüsü ile sembolleşen milletin varlığına yukarıdan bakmayı bir alışkanlık hâline getirmişlerdi. Bugünden geriye doğru bakıldığında, zamanımızın gençleri için 28 Şubat ile özdeşleşmiş olsa da 1980’lerin ikinci yarısından itibaren çok sert bir şekilde uygulanan yasaklar, başörtüsü mücadelesinin içinde yer alan öğrencilerin farklı toplum kesimleri tarafından doğrudan baskıya maruz kalmasına da yol açıyordu. Baskının şiddeti başörtüsünün sembolize ettiği değerleri savunan kesimlerin siyasî bir varlık olarak tam manasıyla tescillenmemesiyle alakalıdır. Şimdi İslamcılık üzerinde konuşulurken artık bu siyasî geleneğin meşruluğu sorgulanmıyor. Bu açıdan Türkiye’nin siyasî tarihinde İslamcılık hareketinin geniş kitlelere ulaşmasıyla başörtüsü mücadelesinin tarihini birlikte düşünmek lazım.

Gerek 1990’larda ve gerekse de 28 Şubat Süreci’nde devam eden ve hatta meşum süreçte katmerleşen başörtüsü yasakları, uygulanan bir haksızlığı uzun bir zamana yayarak buna maruz kalan öğrencilerde telafisi mümkün olmayan bir yılgınlık psikolojisinin kökleşmesini sağladı. 2002’den itibaren AK Parti hükûmetlerinin yasakları ortadan kaldıran bir düzenlemeyi getirememiş olması kökleşen yılgınlık psikolojisinin zihinleri esir almasına sebep olmuştur. Şimdi başörtüsü yasaklarına muhatap olanlar için on yıllar geçti ve mağdurların yaşları neredeyse 40’lara dayandı ya da aştı. Bir zamanlar onlarla birlikte bu mücadelenin içinde yer alanlar ise devletin baskısını doğrudan yaşayanları kendi kaderleriyle baş başa bıraktı. Artık başörtüsü mağdurlarının bugünkü varlıkları sadece bir rahatsızlık sebebidir. Eski zamanlarda vebaya tutulan bir hastaya karşı nasıl tavır takınılıyorsa bugün başörtüsü mağdurlarına da aynı muamele yapılmaktadır. Uzakta bir yerlerde varlıklarını sürdürmelerine kimse ses çıkarmıyor, ama yakınlaşma durumu söz konusu olursa tehlike çanları çalmaya başlıyor. AK Parti hükûmetlerinin ilk yıllarında Cemil Çicek tarafından yapılan konuşma hâlâ tazeliğini korumaktadır. Bugünkü bakış açısı da onun ötesine geçmiş değildir.

Evet, şimdi şu geçen birkaç yıl zarfında başörtülü öğrenciler okullarını bitirdi ya da bitirmek üzere, fakat zaman birçok şartı da değiştirdi. AK Parti, başörtüsü mağdurlarını ilahiyat fakültesi mezunlarından ibaret zannediyor ve mağduriyeti giderdiğini düşünüyor. Bunların dışında kalan ve en az otuz yıldır ayakta kalmaya çalışan yasaklılar ise görmezden geliniyor.

Şimdi Ergenekon Davası sanıkları birer birer tahliye ediliyor. Tahliye olanların konuşmaları ile siyasî ortam ciddî anlamda değişmeye başladı. Yeni bir haksızlığa uğramışlık ve mağduriyetin ipuçları havada uçuşuyor. Tahliye olanların konuşmalarında 28 Şubat davasını dahi boşa çıkarma gayretini görüyoruz. Sanki 28 Şubat hiç yaşanılmamış, sanki bu ülkede sırf sahip olduğu inançlar nedeniyle binlerce, yüz binlerce kişi baskılara maruz kalmamış. Sanki 28 Şubat döneminde askerlerin gem vurulamayan yönetme arzularına Erbakan ve dönemin İslami kesimleri, başörtülüler sebepmiş. Yeni bir sol edebiyatı, yeni bir baskıya uğramışlık söylemi diriltiliyor. Her şey başladığı yere dönüyor.

Sanki 2002’den bu tarafa hiçbir şey yaşanılmamış.