Başörtüsü, bir devrin davasıydı. Bugünkü kuşaklar konuyu ne kadar anlar deyip geçmemek gerekir. Anlatmak lazım. AK Parti milletvekili Özlem Zengin’in mecliste yaptığı veciz konuşma, bir devrin acılarını tekrar gündeme getirmesi bakımından önemliydi. Herkesin bırakıp gittiği bir ortamda bir davayı kararlılıkla sürdürmenin çok ağır bir bedeli vardır. Özlem Zengin, hâlihazırda mecliste milletvekili olan başörtülü arkadaşlarının da kalbindeki ürpertiye işaret ederken tam olarak korkuya mı işaret etti, o eski günlerin baskısını mı hatırlatmak istedi, yoksa şu anki durumun kaybedilip bir “irtica” durumuna mı işaret etti bilemedim. Belki de hepsidir. Fakat son zamanlarda başörtüsünün temsil ettiklerine yönelik ağır baskıları göz önünde bulundurursak Özlem Hanım’ın işaret ettiklerinde haksız olduğunu söyleyemeyiz.
Ağır bir baskı diyoruz ama mecliste bulunan ve kendisini “düşman” olarak konumlandırmış bir milletvekilinin 28 Şubat’ın başbakanlar ve cumhurbaşkanları düzeyindeki başörtüsü düşmanlığını Amerika vatandaşlığına indirgemeye çalışması gerçekten acı bir tebessümü hak ediyor. Amerika’nın, Avrupa’nın ve İsrail’in İslam dünyasına yönelik düşmanlığını sorgulamadan tevarüs ettiler ve yüzlerce yıldır birlikte yaşadıkları insanlara temsil ettiği fikirler sebebiyle düşmanlık gösterdiler. Batı’da yükselen İslam düşmanlığını bir şekilde anlayabilirdik fakat aynı coğrafyayı birlikte paylaştıklarımızın tavrını anlamak mümkün değildi. Mahmut Tanal gibilerin sadece başörtüsüne düşman olmadığını biliyoruz. Amerika’nın, Avrupa’nın ve İsrail’in mirasını sahiplenmek için sadece Türkiye ile problemli olmak yetmez, bütün coğrafyamızla sorunlu bir bağ kurmuş olmak gerekir. Onun için Amerika’nın ve Avrupa’nın coğrafyamızla ilgili bütün tezlerini sahipleniyorlar.
Başörtüsü davası, Şark’ın nefs müdafaası idi. Eğer bu davayı, 1980’lerin ortasında kazandığı kitlesel boyut ve fıkhî çerçevede anlamlandırırsak eksik ve yanlış sonuçlara varmış oluruz. Bu dava birkaç nesli kendi içinde eritmiş olmakla birlikte birkaç nesille sınırlandırılamaz. Eğer öyle olsaydı Üsküp’te on beş yıl boyunca avludan dışarıya çıkmayan kadınların davasını anlamamış oluruz. Şark’ın nefs müdafaası derken dinî bir vecibenin dışına çıktığımız muhakkak anlaşılmaktadır. Başörtülü bir kıza sokakta gündüz gözüyle tokat atan hayâsızla 28 Şubat’ta başbakanlar ve cumhurbaşkanları düzeyindeki saldırıyı Amerika vatandaşlığına indirgeyen Amerikancı, Avrupacı, İsrailci lejyonerin bir sömürge askeri gibi davranması nefs müdafaasının boyutlarını gösterir. Düşman oldukları sadece fikhî gereklilik değildir.
En başından itibaren FETÖ’cü alçakların başörtüsü mücadelesinin içinde yer almamasını iyi anlamak gerekir. Hiç kimse hatırlamaz ama İmza dergisinin kayıtlara geçirdiği bir hakikat vardı: Başörtüsü yasaklarını protesto eden gençler cami çıkışlarında görülmeye başladığı zaman FETÖ elebaşı İzmir’de 1980 sonrası Hisar camiinde ilk konuşmasını yaptı ve doğrudan cami çıkışlarında görülen gençleri hedef tahtasına oturttu. Başörtüsü mücadelesine yani Şark’ın nefs müdafaasına karşı durduklarını hemen göstermişti. Bugün rahatlıkla Mahmut Tanal gibi lejyonerlerle birlikte hareket etmelerini tesadüfî bir gelişme olarak görenlerin Türkiye hakkında hiçbir şey bilmediklerini söyleyebiliriz.
Elbette semboldü ve bunun için siyasî bir davaya dönüştü. Sırf bu sebeple Amerika’nın güdümündeki yapıların bir araya gelmesi anlamlıdır. Başörtüsüne karşı çıkanlar, tedavülden kaldırmak isteyenler, yok etmek isteyenler aslında kendisine yani şark’a düşman olanlardı. Zamanla karşıt ideolojik gruplardan belli ölçülerde başörtüsüne destek olanlar çıktı. Fakat sinir uçlarını kontrol altında tutanlar nereye müdahale edeceklerini biliyorlardı. Türkiye’ye hâkim oldukları müddetçe coğrafyayı yönetebilirlerdi. Başörtüsü Şark’ın kendisiydi. Semboller önemlidir.
Bugün Türkiye, yüz yıl sonra kaybedilmiş bütün davalarına yeniden sahip çıkabileceğini gösterdi. Başörtüsü davasıyla özdeşleşen Şark’ın bütün meseleleri kendini yerden kaldıracak yılmaz savunucularını buldukça coğrafyayı Batı’ya açan, onlarla işbirliğine giden örgütlü yapıların birer birer ortaya çıkmasını anlamak gerekir. Aynı anda hem Atatürk düşmanlığı hem de başörtüsü düşmanlığını yeniden sahaya sürenlerin etnik, dinî ya da mezhebî kaygılardan hareket ettiklerini söyleyemeyiz. Mahmut Tanal gibi lejyonerler ve de küçücük bir kıza başörtüsünden dolayı saldıran hayâsız belirli bir ideolojik temelden hareket etme kabiliyetine ve birikime sahip olamaz. Onlar ancak emperyalizmin askeri olabilir.
Yıllarca bu ülkeye savaş açtılar. Kimi din adına kimi ideoloji adına ülkesiyle ve milletiyle kavga etti. Coğrafya bilincine sahip olamadılar, vatan fikrinden yoksundular. Güçlü olan Batı’yı arkalarına aldıklarından emin oldukları için Şark’a dair ne varsa ona düşman oldular. Bugün çok daha açık bir şekilde Amerika, Avrupa ve İsrail ile birlikte hareket etmekten utanmıyorlar. Seksenlerin yasakçılarını, doksanların Şark düşmanlarını, İsrail ve Amerika yardakçılarını gördük. Şimdi de Batı’nın askerlerini görüyoruz. Bu ülke yüz yıl sonra kaybedilmiş bütün davalarına yeniden sahip çıkma iradesini gösterince hep birlikte bulundukları menfezden çıkmaya başladılar. Fakat unuttukları bir şey var:
Türk milleti hepsiyle mücadele etme gücüne sahiptir.