Hepimiz bakarız. Ama ne kadar görürüz? Yahut ne kadarını? Baktığımızda gerçeği mi görürüz yoksa baktığımızdan hareketle bir gerçek mi üretiriz?
Görmenin gerek şartı bakmak; ne ki yeter şartı değil. Üstelik buradaki ‘hepimiz’ ifadesine insan kadar hayvan da dahil. Ve hatta görmek aşamasına da. Üstelik birçok durumda bazı hayvanların görüş kudreti, insanoğlununkinden fersah fersah üstün. Bu minvaldeki tatlı yanılgılarımızdan ilki bu ise ikincisi, görmek için bakmanın yeteceğine inanmak.
Daha açıkçası çoğumuz baktığımızda gördüğümüzü zannetmeye meyyaliz. Hâlbuki görmek, baktığında görülenlerin arasından belli bir amaç doğrultunda bazılarını seçip ayıkladıktan sonra aralarında sahici veya hayali bir bağ, bir ilişki kurabilmek, buradan da isabetli veya isabetsiz bir anlam üretebilmek demek. Yani kompozisyon.
Baktığımızda gözümüzün önündekilerle gördüklerimizi karşılaştırdığımız her seferinde gören göz sahibi hüviyetiyle her daim hüsrana mahkûm kılınmışızdır. Çünkü görmek, bakılanı tespit değil, bakılan ile görülen arasında, bakanın tayin ettiği bir tercih mekanizması kurabilmek demek. Üstelik gördüğümüzü zannettiğimiz şey ile baktığımız arasında da her daim bir mutabakat aranması gerekmemekte. Yani görmek, bakmak kadar, bakılanın çağrıştırdıklarına da bağlı, (hatta bağımlı) sihirli bir işlev.
Bu sihrin en katışıksızını çocuk bakışında görürüz. Bakılan ile görülen arasındaki nispeten en yüksek mutabakatı bir tek bu bakışta görebiliriz. Çünkü çocuk, hayalgücünün çokluğuna oranla yaşanmışlığının azlığı yüzünden baktıklarında, görünürdekinden fazlasıyla kopuk şeyler görmez. O yüzden de en saf bakış hakkı onun.
İlginçtir, ancak büyüyünce anlarız. Yani baktığımızı görmeye başlarız. Büyümekse gideyazdığımızda dahi tamamlanmayan bir süreçken… Demek ki tamamen anlamak, belki ancak görme bittikten sonra başlayan bir süreç.
Deli diye yaftaladığımız, baktığında bize göre görülmesi gerekenin yerine başka şeyler gören insan. Ve üstelik gördüğü ile baktığı arasındaki ilişkiyi sağlıklı kurabilmekte, baktıklarından gördüklerine, gördüğünden görülmesi gerekene tutarlı bir tarzda gitmekte zorlanan kişi. O yüzden klâsik düşüncenin ideali, eşyanın hakikatini görmek. Eşyanın hakikatinden, eşyanın ötesindeki hakikate kapı aralamak. Çünkü bakmak ve görmek, bakılan ve görülenle irtibatlı iken gerçeği, yalnızca gerçeği görmek ne mümkün!
Aslında biz baktığımızda varlığına şahitlik ettiğimizi zannettiğimiz şeylere ve onlar üzerinden edindiğimiz (en geniş anlamıyla) izlenimlere gerçek demekteyiz. Başka bir ifadeyle insanın gerçeği, en iyi ihtimalle kendisiyle mukayyet.
Üstelik görmek, algılamak yerine de kullanılmakta. Hâlbuki gördüklerimizin pek azını algılarız. Algıladıklarımızın da ancak bir kısmını tefrik eder, belki işleme tabi tutarız. Algıda seçicilik dedikleri. Galiba Türkiye’de en çok bilinen ve yerli-yersiz kullanılan psikoloji terimi bu.
Görmek, anlamlandırmak demek. Bakıldığında göz önünde bulunanı tespit etmek değil.
Baktığımızda ânı gördüğümüze inanmak isteriz ama aslında gördüğümüz hatıralarımız, kaygılarımız, hayallerimiz, korkularımız, isteklerimiz, özlemlerimiz. Baktığımızda aslen gördüğümüz şey nesneler değil, o nesnelere yüklediğimiz anlamlar ve duygular. Yani yaşanmışlıklar.
Gördüğümüz bir eşya veya yer, dinlediğimiz bir müzik, izlediğimiz bir film, okuduğumuz bir kitap, aradan yeterli bir süre geçtikten sonra bizde yeni anlam katmanlarına zemin hazırlayabilir. Yinelenen bakışlarla birlikte daha önce görmediğimiz şeyleri görebilir, dinlemediğimiz sesleri duyabilir, izlemediğimiz kısımları müşahede edebilir ve okumadığımız pasajları okuyabiliriz. Değişen ne? Dış dünya mı yoksa o dünyaya bakan ben mi? Buradaki değişimi sağlayan asıl etmen bakılanın farklılaşması mı yoksa bakanın bakış açısı mı?
Yahut yıllar yıllar sonra hatırlanan bir mazi kırıntısında düpedüz gözönündeki esası belirleyen ayrıntının birdenbire aydınlanması durumları. Beklenmedik bir ânda ve hiç sebepsiz yere sanki. Belli ki bizim bilince yüklediğimizden çok daha yüksek kudrete sahip bir maestronun, o hatıranın yaşandığı ânda bilincimizin görmezden gelmeyi tercih ettiğini bize dayatması sözkonusu. O gizli maestronun, müteharrik kudret için nasıl bir imkânı değerlendirdiğinin bile farkına varamadığımız da cabası.
Bakıldığında görülen nesnelerdeki fizik değişiklikleri bile bakanın, daha önce gördüğünü görmeye devam etmesini dayatmakta. Başka bir ifadeyle en devrimci iddialı insan bile aslında muhafazakârlık abidesi. İstikrar ve süreklilik, reddetsek bile garkolmaktan kurtulamadığımız insani zaaflarımızdan.
Görmek, bakılanı ayırdetmek değil, isteneni seçmek, aynı zamanda dileneni safdışı bırakmak demek.
Nasıl ki bakmak görmek için yeterli gelmemekteyse görmek de anlamak için yeterli değil. Anlamak, üstelik doğru anlamak bambaşka bir süreç. Anlamak ve anlamlandırmak. Ne çetin iş!
Demek ki görmek, bakmaktan çok, bakışa muhtaç. Başka durumlarındakinden çok daha fazla insan bakarken sınırlanmakta. Bakılan ile görülen arasındaki uçurum, yaşarken hiç kapanmaz mı acaba?
Az şeye bakmak, çok şey görmek demek. Belki de bu yüzden dünyanın neresinde, hangi kültür ortamında ve hangi inanç bütününde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün mistiklerin deneyimlemeden edemedikleri süreçlerden biri uzlet… Az insan ve az nesne görme; az yeme-içme, az uyuma ve çok idrak etme gayreti… Eşyadan uzaklaşmak demek, dünyaya uzaktan bakabilmek demek belki de. Uzaktan ve tıpkı çocukluktaki gibi ve kadar kuşatıcı.
İşte bu yüzden çocuk bakışı, eşyanın hakikatine yetişkininkinden daha yakın. Çocuğun görünene dair sorusu, yetişkinlerin çoğun aldanmayı tercih ettiklerinin zıddına, görünenin anlamlandırılması değil, görünür gerçeği görmekten aciz yetişkinlerin dünyasına hazırlık sürecinden ibaret. Büyüdükçe bir yandan görünenleri daha geniş, daha zengin ve gittikçe daha isabetli anlamlandırmaya yakınlaşırız. Öte yandan eşyanın hakikatini görmekten uzaklaşırız.
Demek ki insan gözleriyle değil, ancak hatıralarıyla, hayalleriyle ve hülyalarıyla görebilen bir varlık.
Dışarıya bakarız ama içeriyi görürüz. Yahut içeriden.