Alexander William Kinglake, Doğu Hasreti başlığı ile Türkçeye çevrilen eserinde 19. yüzyılın ilk yarısında, 1834-35 tarihlerinde Osmanlı topraklarına yaptığı seyahati anlatır. Kinglake, bu eserinde Tuna nehrini geçip bugünkü Sırbistan’a ayak basınca Türkiye’ye, Doğu’ya geldiğini söyler. Kitabın ilerleyen sayfalarında da Marmara denizi üzerinden İstanbul’a giderken kuzeyden, Kıpçak bozkırlarından esen sert rüzgârların hastalanmasına yol açtığını belirtir. Kinglake’in eserinde dile getirilen “Türkiye’nin başladığı yer” ve “Kıpçak bozkırları” ifadeleri çok yoğun ilişkilerimizin olduğu coğrafî bölgelerin o dönemdeki algılanış şeklini gösterir. Alexander William Kinglake’in zihin dünyasındaki Doğu sınırları ve Kıpçak bozkırları, bir zamanlar Anadolu’nun bir parçasıydı.
Aynı şekilde Kafkasya da Anadolu’dan ayrı düşünülmezdi.
Kinglake’ten yarım asır sonra Kırım’ın Bahçesaray şehrinde İsmail Gaspıralı’nın, 1883’ten itibaren yayımlamaya başladığı Tercüman gazetesi Anadolu ile Türkistan’ın en uzak köşelerini kültürel açıdan birbirine bağlıyordu. İsmail Gaspıralı, Çarlık Rusya’sı hâkimiyetindeki Kırım’ın ve bütün Türk dünyasının en önemli şahsiyetlerindendir. O, gazetecilik, usul-i cedid eğitim ve ortak edebî Türkçe sahasındaki çalışmalarıyla Rusya Türklerinin ve bütün Türk dünyasının uyanışında çok mühim bir rol oynamıştır. Tercüman’ın sayfalarında Balkan, Anadolu, Kırım, Kafkasya, Türkistan, İdilboyu ve Sibirya Türklerinin modernleşme döneminde karşılaştığı problemler hakkında paha biçilmez bilgiler ve yorumlar bulunmaktadır. Gaspıralı, bu kadar geniş bir coğrafyayı bir bütün olarak gördüğü için Tercüman, bütün Türk ve İslam dünyasını birleştiren ortak bir mirastır.
Gaspıralı’nın coğrafyası kadar geniş olmasa da, Türk edebiyatının en önemli yazarları arasında seçkin bir yere sahip olan Refik Halit Karay ve Reşat Nuri Güntekin’in eserlerinde de coğrafî bir genişlikle karşılaşırız. Her iki yazarın eserleri arasında en dikkat çekici olan Eskici ve Çalıkuşu’nda İstanbul’un Filistin, Halep, Şam, Bağdat gibi şehirlerle olan yakın alakası anlatılır. Eskici’nin Hasan’ı, anne ve babasını kaybettikten sonra akrabaları tarafından Filistin’de yaşayan halasının yanına gönderilir. Hasan’ın, gemi ile Filistin’de yaşayan halasına giderken her limanda değişen yolcular karşısındaki tavrı ve bu değişen yolcu siluetleri arasındaki öyküsü yürek burksa da bugün birbirine çok uzak olan beldelerin o günlerdeki ilişkilerini göstermesi bakımından önemlidir.
Eskici’de etkileyici sahnelerden biri Hasan’ın, halasının evinin bahçesinde Sivas taraflarından kopup gelmiş bir ayakkabı tamircisinin yanına usulca yaklaşıp epeyce bir seyrettikten sonra dalgınlıkla “o çiviler ağzına batmıyor mu senin” dediği andır. Hasan, İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Lübnan’a yaklaştıkça Türkçe neredeyse hiç konuşulmamaktadır. Hasan, “o çiviler ağzına batmıyor mu senin” cümlesini, epeyce bir zaman bilmediği bir dilin dünyasında suskun kaldıktan sonra dalgınlıkla söylemiştir. Ayakkabı tamircisinin Sivaslı olması Hasan’ın bağlanmış olan dilinin çözülmesine sebep olur. Eskici’de, her ne kadar Lübnan’ın ve Filistin’in uzaklığına ve Hasan için yabancı bir yer olmasına vurgu yapılsa da o günün dünyasında coğrafî ve kültürel ilişkilerin öne çıkması da bir o kadar önemlidir. Eskici’de Hasan’ın anasız ve babasız kalması bir mecaz ise çıkılan yolculuk da İstanbul’dan kopuşun acı bir hikâyesidir.
Çalıkuşu’nun unutulmaz kahramanı Feride’nin çocukluk yıllarını yaşadığı şehirler de bütünlüğünü kaybetmemiş bir coğrafyanın aynı kültürel iklimini hatırlatır, hepsi Osmanlı şehirleridir. Babası asker olan Feride’nin annesi vefat ettikten sonra, İstanbul’da yabancılar tarafından kurulmuş bir okulda öğrenim hayatına atılması da son derece anlamlıdır. İstanbul’un bütün bu geniş coğrafyada oynadığı merkezî rol ne kadar önemliyse, tercih edilen okulun yabancılara ait olması da o kadar anlamlıdır. İlişkileri kopma aşamasına gelmiş bu şehirlerin çocukları artık kurtuluşu Batı’da aramakta, kendilerine olan güven kaybolmaktadır. Şehir aynı şehir olsa da yön değişmektedir.
İsmail Gaspıralı, Refik Halit Karay ve Reşat Nuri Güntekin gibi, devrin diğer münevverleri için de bu geniş coğrafya bir bütündü. Celal Nuri ve Mehmet Akif farklı görüşlere sahip olsalar da zihin dünyalarında bu coğrafyanın bir karşılığı vardı. Daha önemlisi bu kadar geniş bir coğrafyanın farklı şehirlerinde yaşayan aydınlar da birbirinden haberdardı. Kazanlı Fatih Kerimî’ye İstanbul’da Ahmet Mithat Efendi sahip çıkar, Mehmet Akif ise Arap coğrafyasında itibar sahibidir ve zor zamanlarında tercih ettiği şehir Kahire’dir. Kafkasyalı Hüseyinzade Ali Bey ve Kazanlı Ayaz İshakî de İstanbullu sayılırdı. Şöhreti seyyahlıktan gelen ve İslamcılık düşüncesinin en önemli mütefekkirleri arasında sayılması gereken Sibirya Türklerinden Abdürreşid İbrahim’in bir ayağı daima İstanbul’daydı.
Bugün Türkiye’de “Suriye’den bize ne, orada ne işimiz var, Suriye’nin başımıza açtığı dertler yüzünden çok sıkıntıya düşüyoruz” şeklindeki serzenişleri anlamak zordur. Bu serzenişler aynıyla Kırım, Kafkasya ve Balkanlar için dahi geçerliydi. Bir insan ömrü kadar kısa bir zaman önce iç içe yaşadığımız ve yoğun ilişkilerimiz olan bölgelere ve şehirlere karşı kayıtsızlığı, coğrafya bilincine sahip olmamakla açıklamak zordur. Bu ilgisizlik sadece belirli bir fikre sahip olan insanlara ait değildir, ne yazık ki bugünün genç kuşakları da bu ilgisizlik hastalığı ile coğrafyasına körleşmiştir.
Şimdi Suriye’den Anadolu’ya büyük göç yaşanıyor. Göç edenlerden bir kısmı da Avrupa’ya gidiyor. İslam dünyası yeniden altüst oluyor. Bir bakıma Eskici’nin Hasan’ı ve Çalıkuşu’nun Feride’sine benzer nice örnekler yaşanıyor. Bugünkülerin hikâyesini yazanlar da çıkacaktır elbet. Bu öyküler yazılacak ve farklı şehirlerin münevverleri, aynı mefkûreler uğruna yeniden İstanbul’da buluşacaklardır. Evet, bugün sadece yurtlarından sürgün edilenler gelmiyor Anadolu’ya, İstanbul’a. İstanbul yeniden Türk ve İslam dünyasının merkez şehridir. İstanbul, geniş bir coğrafyanın aydınları, ilim adamları, sanatkârları için buluşma yeridir.