Türk düşünce hayatındaki karmaşanın asıl kaynağı, sakın, aydınların ülkeyi kurtarmak için farklı görüşler ileri sürmeleri değil de, bizzat ülkeyi kurtarmak için fikir beyan edebilme düzeyine taşınmaları olmasın?
İslâm öncesi Arap toplumunun en iyi şiirlerinden seçilen ve Kâbe’nin duvarına asılan Muâllâka-yı Seb’a (Yedi Askı) şiirleriyle Kur’an-ı Kerim’den çok ilgilenen, tarihçi, tırnak içinde “İslâmcı”, CHP’li, başbakan M. Şemseddin Günaltay’ın şu tespitine katılmamak imkânsız: Rastgele iki aydını gözönüne aldığımızda göreceğiniz ilk şey, ikisinin de ülkenin uğradığı yıkımların ne denli ciddi olduğunun ayırdına varmaları, üstelik her ikisinin de vatanı kurtarmak için büyük bir aşkla fakat çaresizlik içinde kıvranmalarıdır. Dahası, bütün aydın çevrelerini gezdiğinizde, vatanını seven, onu düştüğü bu durumdan kurtarmak için çırpınan bir kitleyle karşılaşırsınız. Fakat asıl şaşılası durum şudur: Ülkenin geleceğiyle bunca ilgilenen aydınlarla dolu bir yerde nasıl oluyor da ülke yıkımdan yakasını bir türlü kurtaramamakta?
İşte Günaltay’ın 87 yaşındayken ifade ettiği bu şaşılası tespitine katılmadan edemezsiniz; ne ki asıl sorunun da tam burada yattığını gözünüzden kaçırabilirsiniz böylelikle. Öyle ya, ülkenin bunca sersefilleşmesinin amili, tarih boyunca bir önder çevresinde öbekleşme biçiminde görülen toplum ve devlet düzeninin tasfiye edilmesi, tebaa ile yönetici kesiminin ortadan kalkması, onun yerine, yöneten ile yönetilen arasında, kendisine aydın dedirten yeni bir ara türün ortaya çıkması kabul edilemez mi?
Demek ki Günaltay’ın, kendi tespiti üzerine aydınların fikir ayrılıklarından hareketle yaptığı değerlendirme, Türk aydınının en çok düştüğü yanılgı sınıfına girmekte aynı zamanda: sebep-sonuç ilişkisini tersyüz ettiğini görememe. Acaba sorunun asıl kaynağı, aydınların ülkeyi kurtarmak için farklı görüşler ileri sürmesi değil de, bizzat ülkeyi kurtarmak için fikir beyan edebilme düzeyine taşınmaları niçin olmasın? Zaten böyle bir görüntüde, her kafadan bir ses çıkması ve çıkan her sesin ayrı bir telden çalmaması muhtemel mi?
Aydını halktan üstün mü?
Bir biçimiyle aydın sıfatını hak ettiğine inanılan birinin, sanki bu sıfatı hak etmesi için, herhangi bir konuda ileri sürülen görüşlerin hiçbirine katılmaması, derme-çatma da olsa ‘orijinal’ bir fikir ileri sürmesi zorunlu. O yüzden de ülkemizde aydın sayılmanın şartları hiç değişmez: herkesten ayrı düşmek, aykırı yaşamak, her şart ve durumda aymazcasına söylediklerinde diretmek.
Aydınlar arasındaki düşünce ayrılıklarını yorum farkı sanmak çok yanıltıcı. Çünkü bir konuda farklı bir yorum getirmek, esasta ittifak sağlanıldığı hâlde ayrıntılardaki birkaç evrede çakışamamak demek. Hâlbuki Türk aydını için düşünce ayrılıkları yorum farkından değil, ‘esas’ı algılamaktan kaynaklanmakta.
Öyleyse aydınla halk arasındaki fark nedir? Bu fark, aydının halka oranla bilgisinin, görgüsünün ve yaşama dağarının zenginliği olmadığına göre, aslında nedir? Dilerseniz bu sorunun kapsamını daha bir kavrayabilmek için ilkin şu soruyla cebelleşelim: Aydın ile halk arasındaki fark, âlim ile halk arasındaki farktan ayrı mı, değil mi?
Âlim ile halk arasındaki fark yalnızca, bir derece farkı. Birini, öbüründen ayıran yön, yalnızca bilgi düzeyiyle sınırlı; ikisi de bir ve aynı tür. Ne ki aydın ile halk arasındaki fark, derece değil mahiyet farkı; ikisi türdeş değil.
Aydın mı, münevver mi?
Bu ufuk açıcı tespiti bir adım daha ileri götürmeyi deneyecek olursak, aydın ile halk arasındaki farkın da bir derece farkı olmadığını, handiyse bir mahiyet farkı olduğunu görürüz. Niçin? Her türlü dış etkiye olabildiğince açık bırakılan Türk aydınının yetişme döneminde, kendi kültür kökleriyle ilgili minicik de olsa bir bağa rastlayamayız da ondan. Aydın sıfatını kendine ve toplumuna yabancılaşmayla kazanan birinin, sınıfdaşlarıyla olsun anlaşma şansı da kalmamakta. Niye mi? İnsanın kendi ruh köklerine sadık kalarak yetiştirilmesinin yolu ve yordamı bellidir ama aynı şey, kişiyi kendisine yabancılaştırmada aynı oranda geçerli değildir. Çünkü kendine yabancılık tek bir türlü ve yalnızca tek bir boyutta gerçekleşmez.
Kendilerine yabancılaştırılmışların ruhları da birbirleriyle anlaşamaz. Yalnızca birbirleriyle mi? Ruhuna yabancılaştırılmış kişi, kendisiyle de anlaşamaz. Niçin mi? Çünkü aslında kendisini de anlayamaz da ondan.
Darü’l-İslâm topraklarında “münevver” adıyla aydın tipinin ilk görülmesi de, tüm kültürel belâlar gibi Tanzimat’a dayanmakta. Ne ki dönemin münevveri, “İslâm nurundan pay aydığı oranca Frenkleşmenin önüne geçebiliyorken, Cumhuriyet sonrasında bu önüne geçmenin önü tıkatıldığı için aydın ile kendi ruh köküne yabancılaşmışlık özdeşleşmiş durumda. Necip Fazıl’ın felsefe hocası Mustafa Şekip Tunç’un Cumhuriyet’le yaşıt “Münevverlik Mefhumu” başlıklı yazısı bu bağlamda çok dikkat çekici. Din ile bilimin bir bütün olduğu dönemlerde münevvere ‘ulema’, bunların çömezlerine de ‘softa’ dendiğini anımsatan yazar, âlimden hangi yönlerden ayrıldığı için münevverin yeni bir kavramla adlandırıldığını sorar.
Bu kavramın ortaya çıkışında belirleyici durumdaki Fransızca ‘intelectuel’ kavramından önce ‘penseur=düşünür’ sözcüğünün Fransa’da revaçta olduğunu vurgulayan Tunç, bu iki tipi birbirinden şöyle ayırmakta: düşünür, benliğini derinleştirmeye çalışan ve kendisi için kendini konu kılmayı başarabilen bilge kişilerin adıyken münevver, insani konularda derinleşen ve bu derinliklerden derledikleriyle yeni bilgelikler çıkaran bir düşünürden çok, insanları yenilemeye, onları dönüştürmeye uğratacak yeniliklerin peşinde koşmaya sıvanan kişinin adıdır.
Çeviri Aydın Tipi
Bu ayrımın yan anlamlarının Türkçe’de korunmadığını belirten yazar, aydın tipini son derece somut bir biçimde çizer ve şu bir tespitte de bulunur: 19. yüzyılın ikinci yarısının ortalarına değin aydın, Eski Yunan ve Roma uygarlıklarının şaheserlerini, bir de kendi uygarlığının klâsiklerini aslından okuyup yorumlayabilecek kişi anlamına gelirdi. Ne ki asıl aydınlanma bu aşamadan sonra başlayan ve okunan klâsiklerden süzülenlerin yeni klâsiklerin doğmasına olanak tanıyacak biçimde düzenlenmesiyle gerçekleşen bir evre.
Kendisine kulak verelim: “Lisanlar ifham vasıtaları olduğuna göre milletlerin tarz-ı idrak ve telâkkilerini en güzel tanıtacak bu lisanlarda yazılmış şaheserlerdir. Bunları lisanımıza tercüme ederken medeniyete hizmet etmiş milletlerin zekâlarındaki tenevvü ve tarz-ı faaliyeti de göreceğiz. Tercümelerde aslına sadık kalmak için sarf ettiğimiz bütün gayretlere rağmen, neticede sadakatsizlik bulacağız. Her millet lisanın kendi deha ve zekâsına göre yoğurduğundan başka milletlerin dehasını aynen ifade edemez. Bu sebepten harfiyen tercüme çok kere şekilsiz ve mânâsız bir tercümedir. Mümkün mertebe meâline yaklaşmak için ya mübalağaya veya zaaf-ı ifadeye uğramak muhakkaktır. İşte bittercüme elde edilecek bu neticeler Türk müfekkiresinin Arap, Acem, Lâtin, Yunan, Fransız, İngiliz, Alman müfekkirelerinden hangi cihetlerde ayrıldığını vâzıh bir surette meydana çıkaracaktır. Fazla olarak bu mesaî kadîm tarz-ı tefekkürle bugünkü tarz-ı tefekkür arasındaki tekâmülü de gösterecektir. Şu halde tercümesi zâhiren bir lisanın kelimelerini ikame etmek gibi basit bir ameliye görünür; halbuki hakikatte fikrini muhtelif tarzlarda tezahür ettiren zekâ-yı beşerin bir tetkik ve mütalaası yapılacaktır.”
Şimdi bu satırlardan sonra dönüp bir de yüzde yüz çeviri ürünü Cumhuriyet dönemi Türk aydınının durumunu anımsayalım.
Aydın ve Hakikat
Bundan tam 87 yıl önce Necip Fazıl’ın Hakimiyeti Milliye’de yayanılanmış, geçen zaman zarfında nelerin değişip değişmediğini görmek açısından da vesika hükmündeki yazısına bakalım:
“Münevver hiçbir şeyin içyüzünü bilmez. Her şeyin posasını bilir. “Münevver”in ruhunu gördüğü tek bir şey, cesedini görmediği hiçbir şey yoktur.
Hakikat bir geyik ve münevver bir avcıysa, bu avcının vurduğu avdan yediği şey, onun tırnaklarıyla boynuzlarıdır.
Avcı, geyiğin yüreğini, ciğerlerini, beynini ve böbreklerini işkembesile barsaklarının içinde bırakarak lâşenin yanından uzaklaşır. Bu cevherli ve canlı unsurların anlaşılmamaktaki kabahati nedir? Çünkü onlar derinin altında ve gizlidir. Yürekle tırnak arasında bir de yumuşaklık ve katılık farkı vardır. “Münevver” her şeyin sertile kabasını anlar. “Münevver”in hakikati “ölü ve kaba hakikat”dır. “Münevver”in bildiklerinden rastgele birkaç madde:
1 – Dünya yuvarlaktır.
2 – Yirminci asırda insan hürdür.
3 – Musiki ruhun gıdasıdır.
4 – Fransız inkılâbı dünyanın en büyük inkılâbıdır.
5 – (Greta Garbo)da cinsî cazibe vardır.
6 – Edebiyat cemiyet içindir.
7 – Ey nurlu garp medeniyeti!..
8 – Amerikada demokrasi…
ve arzı yuvarlak görebilmek için onu göz önünde ne kadar küçültmek lâzımsa o kadar küçültülmüş, cüceleştirilmiş mefhumlar:
Beşer, vatan, millet, halk, insan, hakimiyet, hak, ahlâk, kanun… Bakisi bir gramofon plâğı: yaşasın hürriyet, müsavat, adalet, aman…
Öz hakikat, “Münevver”in bildiği hakikatın tersine daha yakındır:
1 – Dünyanın yuvarlaklığı, dünya hakkında en kötü, en bayağı malûmattır.
2 – İnsan, Hazreti Adem devrinde hürdü. Yirminci asırdaysa esir olmasında mahsur yoktur.
3 – Musiki ruhun gıdası olsaydı dünya, yabani ruhların kapladığı bir deve dikeni tarlası değil, bir (orchidee) bahçesi olurdu.
4 – Fransız inkılâbı dünyanın en küçük inkılâbıdır.
5 – (Greta Garbo)da cinsî cazibe gibi duran şey, tipik kadın aptallığıdır.
6 – Edebiyat cemiyetten başka her şey içindir.
7 – Ey karanlıkta yarasalar gibi kendisini duvardan duvara vuran garp medeniyeti!
8 – Amerikada demokrasi veya Amerikada veba…
Fikir, bir bal peteği gibi derin ve kudretli ferdin kafasındaki kovandan alınıp bandrollü kutular içinde mektebe, gazeteye ve kahvehaneye sürüldüğü dakikadan itibaren bu esrarlı macundan her yiyen “Münevver” olur. Fikrin ondan sonraki ismi yaftalı hakikat ve malûmattır.
Yüzlerce, binlerce, milyonlarca “Münevver” bu kuru malûmatı böbreğin kum taşıması gibi beyinlerinde eritemeden taşırlar.
İnsan kafasının sanatta, laboratuvarda, yerde ve gökte aradığı şey bütün insanlığa kepçe kepçe dağıtılmak için değil, bin senede yetişecek müstesna insanın beyninde eriyip mucizeli bir iksir terkibi yapmak içindir.Hakikatte iki halis ve orijinal insan tipi vardır:
Biri hiçbir şeyi bilmeyen köylü ve aşağı sınıf halk, öbürü her şeyi bilen, yaratıcı ve idare edici fert.”
Bu satırların ardından, şu üç-beş sayfalık kurtuluş reçeteleri sunma cesaretini kendilerinde bulabilen ve fikir ileri sürdüğünü sanabilen aydınları hatırlayalım.
Bir şey eklemeye gerek var mı?