Atasoy Müftüoğlu kendini mi bulmuş?

Bir kahramanlık abidesidir benim neslim için Atasoy Müftüoğlu. Temizliğin, safiyetin, iyiniyetin, çıkarsızlığın, fedâkarlığın, kirli işlerden kaçınarak yaşamanın abidesi… İtikadına şerh düşenler bile şahsiyeti etrafında halelenen efsaneye kapılmadan edemiyordu.

Solun ünlü “Or’da bir köy var uzakta” şarkısında tasavvur edilen hayalin, bir insanda bedenlenen temsiliydi. Mekânsız, zamansız ve en iyi ihtimalle romantik bir ülke tasavvurunun köhne edebiyatının işaret ettiği hakikatin ta kendisi.

Öyle ya, çıkar ilişkilerinden uzak durmayı başarabilmek, bu zamanda temiz kalmak, az-buz meziyet midir?

Ne ki ak sakallı yazar, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu gibi edebiyat dünyasından kişilerin yanında Turgut Özal gibi siyasileri, Said Nursi ve Ayhan Songar gibi isimleri, kısaca kendi döneminde yaşamış handiyse ne kadar meşhur varsa beheri hakkında okkalı bir tahkir, en azından bir tezyif ve tahfif hükmü taşıyan çok bir uzun söyleşiyle gündeme oturdu.

“Ben mehdi değilim.” türünden cümlelere de tanıklık ettik bu söyleşide. “Mehdi, mehdiliğini reddedecek.” rivayeti kulaklarımızda çınlarken.

Çağa Tanıklık
Edebilmek

Sahiden de ortada “Bu kültür neden yüzlerce mehdi yetiştiriyor da bir düşünür yetiştiremiyor?” türünden zorların zoru okkalı soruların yanında, Nuri Pakdil için ‘klinik’, Sezai Karakoç için ‘gariban bir tip’, Cahit Zarifoğlu içinse ‘çok rahat bir tip’ gibi ifadeler var. Belli ki başka bir amaç için girişilen bu söyleşi, çok geçmeden bir hesaplaşmaya dönüşmüş. Akif İnan ile Rasim Özdenören’se tarikat bağlılıkları yüzünden harcanmış.

Ama ne hesaplaşma?

Bir yerde ‘gariban’ diye tavsif ettiği, başka bir yerde ‘egomanyak’lıkla yaftaladığı Sezai Karakoç’tan “Bir oğlum olsaydı adını Yezid koyardım.” gibi bir cümle aktarmakta. Gerçekte hayatından kadını külliyen dışlayan bir şair, hayalinde evlenecek de, bir oğlu olacak da adını Yezit koyacak. Niye? Sünni gelenek Yezit’e haksızlık etti diye.

Sezai Karakoç’un doğmamış oğluna don biçeceğini, üstelik adını da Yezit koyacağını şahsen gargarasız yutmaya hazırım. Fakat Fethi Gemuhluoğlu ile ilgili bahis çok daha garip. Yazarın Fethi Gemuhluoğlu’na dair aktardıkları mümkünün sınırlarını zorluyor. Anlattığına göre yazar, getirildiği Türk Petrol Vakfı Genel Sekterliği görevinden istifa etmiş. Üstelik bizzat Fethi Gemuhluoğlu tarafından, yazarın ifadesiyle kendisini ‘babasından isteyerek’ transfer ettiği görevinden.

Şöyle bir yokladım işin aslını bilenlerden. Ortaya çıkan tablo şu: Atasoy Müftüoğlu’na böyle bir teklif götürüldüğü doğru. Ama teklif edilen görev Türk Petrol Vakfı Genel Sekreterliği değil, düpedüz sekreterlik. Çünkü vakfın genel sekreterliğini, 1977’deki vefatına kadar Fethi Gemuhluoğlu bizzat yürütüyor. Zaten teklif eden de Gemuhluoğlu değil, bir başkası.

Kafanız karıştı, değil mi? Öyle ya, iyiniyet ve samimiyet abidesi nerede, yaşanması muhal şeyleri hayal etmek nerede?

Gelin bu kafa karışıklığını şöyle dağıtalım:

Kendini Aramak,
Kendini Bulmak

Genç akademisyen, ilim ahlâkını “Sadece uzmanlık alanında yaz, çiz, konuş! Vukufiyetinin sınırlarının dışında kalan mevzularda asla beyanat verme!” diye özleştiren hocasını çok severmiş. Hocası da onu. Zaten emekli olunca bölümü de bu öğrencisine bırakır. Genç bölüm başkanı da kendi hocası gibi bütün talebelerine şunu öğütler:

– Gençler, sahasında parmakla gösterilmek marifet değil. Asıl marifet, gazetecilerin ve televizyoncuların sizi farklı alanlara çekmelerine direnmek. Uzmanlık alanınız, nöbet yerinizdir. Orayı asla terketmeyin. Biz hocamızdan böyle gördük. Şükür ki hiç de mahçup düşmedik.

Gel zaman, git zaman, emekli hocasının yaşı ilerledikçe kendi ilkesini çiğnemeye başlar. Alanının dışında da konuşmaya başlar. Arada bir yazar da. Bu arada kişileri, tarihleri, isimleri, olayları, kavramları ve hatta mütearifeleri habire karıştırır.

Genç bölüm başkanı hocasının bu durumuna çok üzülür. Bir-iki ikaz eder. Ama nafile. “Hocam, siz bize böyle öğretmemiştiniz. Hani sahamıza sadık kalıyorduk!” dedikçe yaşlı hoca habire yeni çamlar devirmeye devam eder. Acaba hocasını kurtaramadığı bu utanç verici durumdan kendisini ileride koruması mümkün müdür?

Hocam, Vakit Geldi

Nihayet bir çözüm bulur. En sevdiği ve bölümü bırakacağı asistanını çağırır:

– Evlâdım, biliyorsun, hocamız bize harika bir ilke emanet etti: Asla sahanın dışına çıkma! Gelgelelim kendisi her gün bu ilkeyi çiğniyor. Ona meseleyi çıtlatmaya çalıştım ama gördüm ki o hâlinden memnun.

Oğlum, senden ricam, yaşlandığımda ben de hocamız gibi sahamın dışına çıkarsam gel, bana de ki “Hocam, vakit geldi.” Ben anlarım. Ve köşeme çekilirim. Tamam mı?

– Tamam.

Aradan gene yıllar geçer. Hocaların hocası, itibarını zedeleye zedeleye darı bekaya göçer. Bu arada bölümü bıraktığı gözde talebesi de iyice yaşlanmıştır. Bölümü emanet ettiği talebesi de uzaktan onu kollamaktadır.

Nihayet bir gün yaşlanmış, sakallarına ak düşmüş hoca, beklendiği gibi, yazılarında ve konuşmalarında hiçbir eter-tutar tarafı bulunamayacak lâflar etmeye başlar. Yaşlı hoca, tıpkı ilkeyi bulan kendi hocası gibi artık her cümlesiyle kendisini rezil etmektedir.

Yeni bölüm başkanı, yaşlı hocanın karşısına çıkar ve:

– Hocam, bir gün beni çağırıp “Ben de hocamız gibi yapmaya başlarsam, gel ve bana ‘Hocam, vakit geldi.’ de. Ben de senin ne demek istediğini anlarım ve sessizce köşeme çekilirim.” Bana böyle emir verdiğinizi hatırlıyor musunuz?

– Evlâdım, bal gibi de hatırlıyorum tabii. Sen beni ne sandın ki!

– O zaman müsaadenizle söylüyorum hocam, vakit geldi.

“Vakit geldi.” sözünü duyan ak sakallı hoca, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle yerinden fırlar ve çok sevdiği talebesinin yakasına yapışır. İki eliyle selefini çekiştirirken bir yandan da var gücüyle haykırır:

– Seni gidi vefasızzz! Görmüyor musun, ben asıl şimdi kendimi buldum!

Galiba Atasoy Müftüoğlu da kendini bulmuş.