Aşkın Tarihi’ni yazabilmek

“Barış, aslında savaşın duraklatılma evresidir.”

Bana ait değil bu cümle; mevzuun erbabının şıppadanak çıkarsayabileceği gibi, gelmiş-geçmiş en büyük savaş düşünürü, Prusya generali Varl von Clausewitz’e ait.

Hayatın hakikatini savaşa indirgemek ve insanın asıl talebi barışı ise tali bir öğe saymak, ilk ânda abartı hissi uyandırabilir insanda. Bu his tabiidir de üstelik. Ama aynı miktarda mazur mudur? Başka bir ifadeyle savaş hâlleri mi insanı daha iyi temsil, hatta ifade etmektedir yoksa barış ahvali mi?

Sorunun asıl maksadını billûrlaştırmak maksadıyla meramın çapını becerilebildiğince daraltmayı deneyelim: Bir insanın kişiliğini, bize gösterdiği tarafını değil de çekirdeğini, olağan yaşantı durumlarında mı daha iyi gözlemleyebiliriz yoksa sıra dışı durumlarda mı? İçinde yaşadığı dönemin belirgin niteliklerini elif-ba düzeyinde olsun hecelemeye yeltenen her zihnin fark edebileceği gibi çağdaş insan, bütün öbür evsafıyla birlikte en çok da içinde yaşadığı şartlar kadar ötekine uyum sağlamaya yatkınlaştırılmış benlik demek aynı zamanda. Olağan durumlardaki sözleriyle veya davranışlarıyla onun kişiliğine dair kimi ipuçlarını tespit edemezsiniz. Bir bakıma meslekten diplomatı dahi kıskandıracak oranda mahir bir poker surattır kendileri. Ne ki alıştığı ortam azıcık sarsıldığında, şartların alıştığı ayarı menfi, hatta müspet azıcık değiştiğinde bambaşka bir kişi/lik bulursunuz karşınızda. O akil adam yahut o munis kadın gitmiş, yerine bir ceberrut peydahlanmıştır.

İki savaşın ortasında

Konforunu kaçırmak pahasına dünyada olup-bitenler üzerine kafa yormaya gayret edenlerin ifade ettikleri gibi savaşın yaşadığımız devire etkileri, fark ettiğimizden çok fazla. Bugün bilim diye sandığımız ve uğurlarında uykusuz kaldığımız bütün o teknik oyuncakların hem bizzat kâhir ekseriyeti, hem de beherinin üretilme fikrinin temelleri geçen yüzyılın en mühim iki savaşının arasında veya esnasında icat yahut keşfedilmiştir.

Aynı zamanda Avrupa insanının zihni de bu iki savaşla şekillenmiştir. Yalnızca bilim, sanat ve felsefe sahalarındaki gelişmelerle sınırlı kalmamıştır bu teşekkül; aynı zamanda sıradan Avrupalının kendine, yekdiğerine, başka toplumlara, eşyaya, dünyaya ve hatta kâinata bakışını belirlemiştir. Dünyanın herhangi bir yerinde, hangi dil veya din yahut dünya görüşüne göre hangi eğitim anlayışıyla tahsil görürse görsün eğitim alan her birey, Avrupa’da bu iki savaş esnasında ortaya çıkan anlayışların şu veya bu miktarda mahsûlünden başka bir şey değildir.

İsrail mi? İsrail bu iki savaşın çok küçük siyasi sonuçlarından biri sadece.

Geçtiğimiz asrın ilk çeyreğinden başlayarak sinemanın, üstelik yalnızca Hollywood Sineması’nın değil, başta Avrupa Sineması olmak kaydıyla bütün dünya sinemasının en çok kullandığı temaların başında bu iki savaş sırasında zulme uğrayan Yahudilerin çektiği acılar gelir. Bazen konunun ta kendisidir Almanların Yahudilere çektirdikleri bu zulümler ve insanlık dışı işkenceler, bazen de asıl mevzua fon düzeyinde eşlik eder.

Geçmişin mazlumu, günümüzün zalimi

Doğrusunu isterseniz, insanın en sevdiği yemeği her öğün yemeğe zorlanmasını andırır bu zihni ve hissi işkenceye, dünyanın herhangi bir yerinden dişe dokunur bir itirazın geldiğine de şahit olamazsınız handiyse; Neonaziler’i saymıyoruz elbette. “Yeter artık! Almanların size çektirdiği eziyetlerin katbekat fazlasını siyasi ranta dönüştürmediniz mi? Onca istediğiniz şeriat devletinize kavuştunuz ya! Mazlum millet edebiyatıyla bütün dünyadan devşirdiğiniz hoşgörüyle kapitalizm kalesini perçinlediniz ya! İşgal ettiğiniz topraklardaki insanlara, yani ev sahiplerinize akıl almaz zulmü 70 yıldır reva gören bizzat siz değil misiniz?”

İlginç değil mi; çoktan kabak tadı vermesi gereken bu mevzu, öyle görünüyor ki birkaç yüzyıl daha suistimal edilebilir. Filistin’e rağmen üstelik; Bosna’ya rağmen hatta. Irak’a rağmen, Suriye’ye rağmen. Ve Rohingya’ya.

Ve dahi kim bilir yakın zamanlarda nerelere ve nerelere…

Beylik mevzu, farklı değerlendirme

Sadece yanlış değil, aynı zamanda değer kaybettiren bir biçimde Türkçe’ye Aşk Notları diye çevrilmesi tercih edilen 2016 tarihli Fransız ve Kanada ortak yapımı, Rumen yönetmen Radu Mihaileanu’nun imzasını taşıyan L’Historie de l’Amour, aslında Nicole Krauss’un çok satan romanından uyarlanmış 136 dakikalık bir yapım.

Her çok satan roman kadar sinemaya uyarlanma potansiyeli barındıran romanın senaryolaştırılmasında yönetmene Marcia Romano eşlik etmiş. Gemma Arterton, Elliott Gould ve Derek Jacobi, rollerinin hakkını veren isimler. Yahudi inançları içerisinde geçen ve dünyanın manevi manâda taşıyıcısı kabul edilen 36 ermişten biri olduğuna inanan 10 yaşındaki bir çocuğu canlandıran William Ainscough’un ismi ayrı bir zikri hak etmekte.

Görüntü yönetiminden çok kurgu başarısıyla dikkat çeken filmin müziklerinin sahibi Armand Amar.

Tam da sözünü ettiğimiz şu iki dünya savaşının ortasındayız; küçük bir Polonya köyünde. Alma adlı aynı Yahudi kızına âşık üç Yahudi delikanlısının başka bir ortak noktaları daha var: edebiyatla ilgilenmek. Ancak aralarından yalnızca biri, Leo sahiden yazarlık payesini hak etmektedir. Alma’ya hissettiği aşkı destanlaştırdığı bir roman yazar: L’Historie de l’Amour… Aşkın Tarihi.

Aşkın Tarihi’nin ötesi

Film işte bu kitabın macerasını anlatmakta. Aslında Aşkın Tarihi isimli romanın üç nesil boyunca başından geçenleri öğrenirken bir taraftan da romana konu kılınan karakterleri ve farklı ülke, kıta ve vakitlerdeki yaşantılarını temaşa ediyoruz.

Nazi Almayasından bir şekilde hayatını kurtaran ama aralarında sözleştikleri Alma’yı yıllar önce New York’a göndermek durumunda kalan Leo, hayatını ve sanatını adadığı sevgilisini yıllar sonra tekrar bulacaktır ama geçen zaman elbette kendi hükmünü çoktan vermiştir: Alma evlenmiş ve biri kendisinden iki oğlan çocuğunun annesidir artık. Bu arada Leo, yalnızca sevgilisini değil, kitabını da kaybetmiştir; yani olanca istikbalini.

Kendisi gibi romanlar yazan oğlu da onu tanımamaktadır. Bütün bunlar da adını değiştirmiş, emekli çilingir Leo’yu huysuz, uyumsuz, geçimsiz ve aksi bir ihtiyar hâline getirir.

Mihaileanu’nun takıntılı mevzularından biri, belli ki 70 yıl önce Avrupa’da Yahudilerin yaşadığı zulüm hikâyeleri… Önceki filmlerinde de örneğin senaryosunu yazdığı Hayat Treni/Train of Life adlı filmde de aynı mevzua odaklanmış.

Fısıldamak ve bağırmak

1940’ların Polonya’sı… 1960’ların Amerika’sı ve günümüzün New York’u… Ve aralarda birçok başka tarihler, dönemler, yerler, ülkeler… Aynı karakterlerin farklı dönemlerdeki, başka ülkelerdeki, hatta farklı kıtalardaki ve tarihlerdeki yaşantılarına odaklanan Aşkın Tarihi, isminden de anlaşılacağı gibi, aslında bir örnekten hareketle bütün bir aşkın tarihini anlatmaya niyetlenen ve bu gayesinin altında ezilmeyen destansı bir film. Belki film hakkında işaret edilmesi gereken en önemli zaaf, hikâyesini anlatırken, zaman zaman etkileyicilik adına dramdan melodrama kayması.

Olaylara ve o yaşananların izleyici üzerindeki etkilerine abanılması… Gerek filmin netameli mevzuunu, gerekse uzun süresini de hesaba katarak filmin bu sarkması hoş görülebilir elbette. Öte yandan, belki şu temcit pilâvı meselesini hesaba kattığımızda asıl, bu melodramatik sarkmanın sebebi anlaşılabilir: Ön plânda senin benim gibi birkaç insanın hikâyesini anlatırken, yani aslında bu karakterlerin yaşadıkları üzerinden muhatabını teshir ederken arka plânda asıl derdini, hakiki meramını sezdirmeden telkin ettirebilme mekanizması…

Sanat böyle bir şey işte. Meramını kabak çiçeği berraklığında tebliğ ettiğinde yoldaşının kalbini bile teshir edemezken, sanatın zorunlu kurallarının sırrını çözdükten sonra anlatmak istediğini ortak insani değerlere dayanıp dile getirdiğinde kimse kastını sorgulamayı akıl dahi edemez. Ve bir bakarsın, muhatapların tam istediğin gibi düşünmeye başlamıştır.

Düşünmeye ve inanmaya.