Yakın bir gelecekteyiz. Halkın her yapıp ettiğini birebir takip eden, bütün eksiklerini bilen ve gidermeye çalışan bir devlet baba var başta. Ve artık devletin ilişkilerimize karışma vaktidir. Der ki devlet: “Nedir bu problemli ilişkilerinizden çektiğimiz be! Yeter! Sonu gelmez ıstıraplar, ayrılmalar, barışmalar… cinayetler, cinnetler… Bundan böyle bu zırvalara bir son veriyoruz! Herkes mutlaka birisiyle birlikte yaşayacak; yani herkesin bir ilişkisi olacak. Ama karşı cinsten biriyle, ama hemcinsiyle. İlişkisini yürütemeyenler yahut henüz bir ilişkisi bulunmayanlar için hiçbir masraftan kaçınılmayıp bir otel inşa ettirilecek. Bu kimseler oradaki uzman personelimizin desteğiyle ‘ilişki’ konusunda eğitilecek ve 45 gün içinde, kendisi gibi elân bir ilişki yaşamayan insanlarla arasında bir ilişki tesis edecek.”
Peki, otelde kalacak kişiler verilen zaman zarfında bir ilişki kuramazlarsa ne olacak? Oraya gelirken belirledikleri bir hayvana dönüştürülecekler. Ama durun, telâşlanmayın hemen. Çünkü herkes, dilediği hayvana dönüşme hakkını haiz.
Bir otelim var, otellere benzemez
Mimar kahramanımızın aslında bir ilişkisi var; evlidir. Hem de 12 yıldır. Ne ki karısı başka birine âşık olmuştur. Artık bir ilişkisi kalmadığı için yapılması gereken bellidir: mahut otel. Terkedilmenin ıstırabının eşliğinde, yanındaki köpeğiyle otele gider ve sayılı günlerde kendisini yeni bir ilişki kurmaya zorlar. Çünkü bir aşk peyda edemezse yüzyıldan fazla, üstelik bir asilzade gibi yaşadığı için tercih ettiği bir ıstakoza dönüştürülecektir. Zaten beraberinde getirdiği köpeği, dönüştürülmüş ağabeyinden başkası değildir.
Oteldeki düzen aslında çiftlere göre belirlenmiştir; tıpkı gerçek hayattaki gibi. Zaten otelin gayesi, tekleri çiftleştirmek değil midir? Tek olmak, yarım kalmak demek. Kişi ancak çiftlendiğinde tamama ermekte bu âlemde.
Ne ki işler öyle pek de kolay değildir. Oteldeki bütün yalnızlar, zaten bir ilişkiyi yürütemedikleri için oradadır. Kimi bakımlardan bir hapishaneyi andıran ve görevlilerce bir hapishane gibi korunan otelde hiçbir kişisel eşyaya izin verilmez. Sahibine rakiplerine göre ayrıcalıklı bir hak vermesin, yalnızlığın esareti andırır zorluğu daha bir hissedilsin diye ilk gün herkesin bir eli kelepçelenir o yüzden de.
Ve insan avı başlasın
101 numaralı odanın mukimi, oteldeki hayatın, başka bir ifadeyle ‘hayat’ın hakikatini yaşamak durumunda kalır. Ormanlık bir alanın ortasındaki otelin zorunlu müşterileri, aslında günlerini ormanda avla geçirmektedir; birbirlerini avlayarak. Zaten hayatın hakikati av değil mi? Kim cinsel tercihine göre, karşı cinsten veya hemcinsleri içinden birini ‘avlar’ ve yeni bir birliktelik başlatırsa çiftlere özel odalara geçer ve günlerini bu ayrıcalıklı odalarda mutlu bir biçimde geçirir. Her kim sayılı günler içinde birini avlayıp yeni bir ilişki başlatamazsa bu sefer avlanır ve hangi hayvana dönüştürülmek istemişse ona dönüştürülerek ortalığa salınır. Avlanan bir yalnız, avcısına, otelde bir gün daha kalma hakkı bahşeder çünkü. O yüzden herkes o kısacık zamanda hem avcıdır, hem de av. Ya çift anlamıyla da ‘av’lanmak zorundadır veya bir yalnıza av olmak.
45 günün sonunda birisine âşık olamayıp dilediği hayvana dönüşme zorunluluğu da fazla yadırganmaz aslında. Hatta aşk için ikinci bir şans kabul edilir. Çünkü insanken âşık olmayı beceremeyen, belki bir hayvana dönüştüğünde âşık olabilecektir.
Oteldeki bütün uygulamalar ve kurallar, aslında yalnızları ahenkli birer çift hâline getirme gayesine mebni. Ve hayatın hakikatini taklit ederek. Meselâ tekler, çift olmak istedikleri kişilerde ısrarla ortak noktalar arama zorunluluğu hisseder. Eğer öyle bir ortak nokta yoksa varetmeye gayret eder.
İlişki dediğin ne ki!
Sonu belli otel hayatı, aslında o sondan gafil bir biçimde akıp gitmektedir. Kahramanımız çok geçmeden otel ahalisini tanımaya başlar. Topallığını kişilik özelliği gibi pazarlayan ve bunu imkâna dönüştürmeye sıvanan mı dersiniz, insan anlayışını soğukluğunun arkasına gizleyip her gün birkaç yalnız avlayarak otelde daha fazla kalmayı hayat anlayışı hâline getirmiş homongolos kadın mı dersiniz, tanıştığı herkesi kişisel amacı uğruna harcamaktan çekinmeyen tip mi dersiniz, harcanmayı neredeyse gönüllüce kabullenen mi dersiniz, burnunun olur-olmaz kanamasını kişisel özellikmiş gibi pazarlayan mı!… Hayatta karşılaşılan bütün tipler, birer prototip hâlinde bu otelde resmigeçitteler.
Adamımız tiplerin arasında en tuhafını, kelle avcısı homongolos kadını seçer ve onu avlamaya çalışır. Birbirlerini sınamalar, iddia ettikleri özellikleri taşıyıp taşımadıklarını sorgulamalar; bitimsiz karşılıklı sınavlar. Her daim kendini ve iddianı kanıtlama zorunluluğu… “Ben buyum.” veya “Ben o değilim.”i kabul ettirebilmek için ardı ardına sıralanan yalanlar, katlanılan zorluklar. Şimdi bir köpek kimliğinde yaşayan ağabeyin tekmelenerek öldürülmesi de bu imtihanlara dahil.
Zaten ilişki dediğin bu değil mi? Karşısındakini biteviye sınamak.
Kahramanımız nihayet başarır da. Çiftlere ayrılan bölüme taşınırlar. Gelgelelim, hayatın muamması burada da devreye girer. Otel çalışanlarından bir kadına da ilgi duyar. İddia ettiği kişilikte biri olmadığını anlayan müstakbel eşi, kendisini otel yönetimine şikâyet edecektir. Bunun anlamı hiç kimsenin istemeyeceği bir hayvana dönüştürülmek demek: Toplum tarafından dışlanmak, lânetlenmek, aforoz edilmek. En iyisi otel çalışanının da yardımıyla çiftinden, müstakbel karısından kurtulmaktır.
Başka bir kadının desteğiyle sırtından vurduğu çiftini, ameliyathanede bir hayvana dönüştürür. Artık otelde kalması imkânsızdır. Devlet elinin değmediği, insanların ‘çiftleşmeye’ zorlanmadığı ormana kaçar. Filmin tam da kendisini tekrar etmeye başlayacağı ânda.
Yalnızlığa övgü, yalnızlığa sövgü
Ormanda hayat, oteldekine hiç benzemez. Otelde şehrin, şehir kültürünün, birarada ve birlikte yaşama zorunluluğunun getirdiği handikaplar geçerliyken ormanda, doğanın yasaları geçerlidir. Ne ki çok geçmeden orman ahalisiyle, yani otelden kaçanların teşkil ettiği koloniyle karşılaşır ve yeni bir hayata başlar; ilkinin zıddı bir hayata. Belki tabiatın kucağında ama alışageldiği konfordan mahrum yaşamak, hiç de kolay değildir.
Orman ahalisinin bir lideri vardır: genç bir kadın. Tabiat ana belki de. Şehir hayatının nezaketiyle ambalajlamaya gerek duymadığı için merhametsizliği daha bir göze batan tabiat ananın kuralları da otelinki kadar despotçadır. Ormanda yaşamak isteyen, oteldekinin tersine asla kimseyle çiftleşmemeli. Daima yalnız yaşamalı, hatta yalnız dans etmeli. Evlilik, birliktelik, cinsellik külliyen yasak. Doğanın içinde ama insan doğasına tamamen aykırı bu kurallara uymayanlar merhametsizce cezalandırılmaktadır.
Çok geçmeden anlaşılır ki hayatın tersi de bir, yüzü de.
Alttan alta film bize hayatın hakikatini hatırlatır: İnsan hemcinsisiz yaşayamayan bir varlıktır.
Ve orman da en az otel kadar insanlık dışı bir düzenle yönetilmektedir. Güya insanlar rahat etsin ve diledikleri gibi yaşasın diye insan, insanın hayatına nasıl müdahale etmeye çalışırsa çaılşsın sonuç aynı: hüsran. Belki de insanın dünyaya ‘atılmışlığı’dır bunun sebebi.
İnsan insanın daima kurdudur
Kısmen özetlemeye çalıştığım hikâyesi ilginç, oyuncuları mükemmel, atmosferi filmin ruhuna uyumlu, müzikleri tamamlayıcı, renkleri anlamlı, dili sarsıcı bir iş Istakoz. Öyle her gün izlenebilecek yapımlardan biri değil. İlginçtir, filmi biz, handiyse arkaik bir yöntemle, bir dışses eşliğinde takip ederiz; daha sonra filmdeki kahramanlardan biri olduğunu öğrendiğimiz bir kadın anlatıcının refakatinde.
İnsanın insanla ilişkisini alegorik bir tarzda, bir kara komedi kıvamında ele alan Istakoz/The Lobster, Yorgos Lanthimos’un imzasını taşımakta. Filmin senaryosu da kendisine ait. Köpek Dişi/Dogtoth adlı filmiyle dikkat çeken genç Yunanlı, şimdiden yeteneğinin kıratını benimsetmiş durumda.
İnsanın kendisini, sınırlarını; çevresini, çevresindekileri, onlarla her çeşit ilişkisini, dahası kişinin tanrısıyla ilişkisini, kısaca bilgisini, varlığını ve oluşunu sorgulatan, en azından bunu denemeyi gündeme getiren, felsefi nitelikte kaç film hatırlıyorsunuz ki!
Kuşkusuz Istakoz, o ender filmlerin arasına girmeye aday.
…
Telifin kardeşi çeviri
İrlanda asıllı ama yalnızca İngiliz Edebiyatı’nın değil, modern dünya edebiyatının en büyük üç yazarından biri James Joyce. Joyce’un üç büyük eseri Ulysses, Dublinliler ve Finnegan’ın Vahı…
Cizvit eğitimi üzerine felsefe ve çağdaş diller eğitimi… Edebiyata giriş kapısı şiir. Ardından ekmek parası için Roma’da bankacılık ve peşinden öğretmenlik. Ve ilk büyük eseri Dublinliler, ardından da ancak Paris’te basılabilen şaheseri Ulysses: modern anlatımın el kitabı.
Ve nihayet son romanı Finnegan’ın Vahı… Çağdaş insanın hayalinde kurduğu aile idealinin ete-kemiğe büründürülmüş hâli… Başka bir ifadeyle bütün insanlığın kısa tarihi; romanın bütün imkânları seferber edilmiş bir tarih elbette. ‘Şiirsel bir dil’e indirgemeden nesrin sınırlarını tırmalayan bir simgeleştirmenin getirdiği derinlik ve zorluk. Edebiyat eleştirmenlerini ve kuramcılarını en fazla tırmalatan modern eser.
Ulysses, biliyorsunuz, Nevzat Erkmen tarafından ‘aslına neredeyse sadık’ bir tarzda çevrildi ve Yapı Kredi Yayınları arasından çıktı. Buradaki ‘aslına neredeyse sadık’ ifadesi, kitabın aslıyla çevirisini karşılaştıranların ancak idrak edebilecekleri anlamlara gebe. Ulysses Sözlüğü‘nün ardından çevirmenin odaklandığı büyük proje, bu kez Finnegan’ın Vahı‘nı aynı yetkinlikte çevirmekti. Ve bu çılgın tercüme eyleminin kendisine yaşattığı meşakkati anlattığı günlüğü yayınlamak.
Fakat hakiki edebiyat düşkünleri bu eserin Erkmen çevirisini beklerken, yılın son günlerinde, aslında 2015’in, yılın olayı sayılmaya aday sürprizi çıkageldi. Umur Çelikyay çevirisiyle kitap Aylak Adam Yayınları’ndan çıktı. Aslında ilk cildi demek daha doğru; niyetlenilen iki cilt ne zaman çıkar? Kimbilir. Malûm, böyle bir çeviri, telifin kardeşi aslında. Eserin hakkını veren, o yüzden de eser sayılması gereken bir çeviri bu.