Yaşadığımız hadiseleri yalnızca bugünün şartları içinde anlamaya çalışmak elbette büyük bir yanılgıya yol açacaktır. Gelişen hadiseleri tarihteki yerine koyabilmek çok kolay değildir fakat geçmişte yaşanılmış benzer olayları bilmenin bir sakıncası yoktur. Hatta olaylar karşısında çaresiz kalmaktan kurtulabiliriz.
Suriye savaşı, milyonlarca göçmenin ülkemize sığınmasına neden oldu. Bunlardan bir kısmı Avrupa ülkelerine geçiş yaptı ama çoğu Türkiye’de yaşamayı seçti. İçişleri bakanı Soylu’nun ifadesine göre Suriye’den kaçıp ülkemize sığınanların kahir ekseriyeti Misak-ı Millî sınırlarındandır. Halep de dâhil olmak üzere Misak-ı Milli sınırları içinde olduğu hâlde sınırlarımızın dışında kalan şehirlerden göç edip gelen Suriyeli göçmenleri Soylu’nun ifadesine göre “yabancı” olarak tanımlayamayız. Doğrusu da budur ama Türkiye’de Suriyeli göçmenler meselesinin farklı çevreler tarafından tekrar tekrar gündeme getirilerek eleştiri konusu yapıldığını da belirtmeliyiz.
Hâlbuki hicret din ve kültür tarihimizin en önemli konularından, göç ise millî tarihimizin en dinamik unsurlarından biridir. Onun için her iki olguyu da kaderin bir cilvesi olarak görmüşüz. Kazan, Kırım ve Kafkaslardan halifenin ülkesine hicret gayet tabiî bir olaydı. Çünkü onun ülkesi hak topraklardı. Bugün hepimize uzak bir zamanın kaybolmuş hatırası gibi görünen Balkan faciası esnasında yaşadığımız hicret (göç) vak’asında da diğerlerinde olduğu gibi muhacirlerin gideceği yer halifenin ülkesiydi. Üstelik gidebilecekleri, onları kabul edecek başka bir yer de yoktu.
Orenburg’da yayımlanan Vakit gazetesi Kazan Türklerinden Fatih Kerimî’yi öğrenim gördüğü İstanbul’a muhabir olarak gönderir. Fatih Kerimî’nin Vakit gazetesinde yayımlanan yazıları Balkan Savaşı günlerinde İstanbul hayatını canlı tablolar hâlinde sunar. Bu yazılarda İstanbul’a sığınmak zorunda kalan muhacirlerin yaşadığı hayata da yer verilmiştir. Merak edenlerin, İstanbul Mektupları adıyla Türkiye’de de yayımlanan kitabı alıp okumaları faydadan hali değildir.
Fatih Kerimî, “yüz elli bin Müslüman muhaciri her şeyleri yağmalanıp yalnız canlarını kurtararak kaçabilmiş insanlardır” diyor. “Her yer bunlarla dolu. Selanik’te otuz kırk binini şehir dışına atmışlar. Üstlerinden yağan yağmurun altında soğukta kalmışlar. Açlıktan bin türlü sefalet çekmekteler. Avrupalılardan ve Yahudilerden sadaka dileniyorlar. Çocukları her türlü hastalıktan sinek gibi kırılıyorlar. Çoğu işte bu haldedir.”
Fatih Kerimi, İstanbul dışındaki ziyaret yerlerinde kalan muhacirlerin yaşadığı sefaleti de anlatıyor. Bunların her türlü zorluğu yaşadıklarını belirtiyor. Muhacirlerin bir kısmı Anadolu’ya gönderilmiş. Kerimî, bunların “Haliç’ten, köprü üzerinden Galata tarafına geçişlerini görüp de ağlamamak için insanın kalbinin taştan yaratılması gerekir” diyor.
Anadolu’ya gidenlerin dışında önemli sayıda muhacir İstanbul’da kalır. Muhacirlerden bir kısmı İstanbul camilerinde barındırılmıştır. Kerimî, Şehzadebaşı Camii’nde kalan muhacirler hakkında oldukça ilginç bilgiler verir. Bu cami, barınmaları ve gündelik ihtiyaçlarının giderilmesi için tamamen muhacirlere ayrılmıştır. “Caminin avlusunda kırık dökük arabalar dolu. Bunların yanında insanlar, bir kısmı iki büklüm, bir kısmı yarı çıplak, bir kısmı hasta ve hepsi umumî bir felaket içinde.”
“Aman Yarabbi, buradaki manzaranın dehşeti! Ömrüm boyunca gözümün önünden gitmeyecek. Gayet büyük cami-i şerifin içine muhacirlerin kadınları, kızları, çoluk çocukları dolmuş. Ayak basacak yer yok. Üst üste yaşıyorlar. İçerisi havasız. Her taraf çamur olmuş. Ayakkabılarını çıkarmadan burada dolaşıyorlar. Birçok hasta kadın ve kızcağız, burada ayakaltında inleyerek yatıyor. ”
Fatih Kerimî’nin tasvir ettiği sahneler gerçekten çok etkileyicidir. Bugün Misak-ı Millî sınırlarından ülkemize göç eden kardeşlerimiz hakkında ileri geri konuşanlar, İstanbul camilerinde yaşayan muhacirleri görseydi herhalde başka bir dünyada yaşadığımıza hükmederdi. Aynı yazıdaki, “Mısırlıların Trablus ve Balkan savaşlarında Türklere yaptığı yardımlar fevkalade çokmuş”, cümlesi de etkileyicidir. Bu yazının ve belki de kitabın en etkileyici bölümlerinden birini burada paylaşmak istiyorum:
“Bu binlerce biçare Türk muhacirin bu kadar sefil ve perişan vaziyette İstanbul tarafından Galata’ya geçmeleri, yani Avrupa kıtasından Asya’ya çekilmelerini görünce vaktiyle Asya’dan çıkan bir avuç Türk’ün Viyana önlerinde dehşet salmaları akla geliyor. Bunu hatırlayan Türklerin acı gözyaşı dökmemeleri mümkün değil.
Filhakika Türkler arasında Türkiye’nin bugünkü acıklı hâli ve korkutucu istikbali için kaygılananlar çoktur. Lakin yukarıda söylendiği gibi talih Türklere o kadar arkasını döndü ki onlar bir tedbir almaya çalışırken felaketler de birbiri üzerine gelmeye devam ediyor.”
Kerimî’nin cümleleri devam ediyor ama bize bu kadarı yeter. Artık muhacirleri İstanbul camilerinde barındırmak zorunda kaldığımız günlerden çok uzaktayız. Talih bize arkasını dönmüş değildir, Allah’ın izniyle felaketler de üst üste gelmiyor. Bugün Türkiye sadece kendi varlığına yönelik tehditleri ve fiilî saldırıları yerinde durdurmuyor. Bilakis yüz yıllık emperyalist oyunlar milletimizin sarsılmaz iradesi karşısında birer birer bozuluyor. Yükseliş dönemini yaşayan bizleriz.
Türkiye, Suriye’nin kuzeyindeki terör koridorunu mutlaka kıracaktır. Ne Amerika, ne İsrail, ne de onların güdümündeki FETÖ’cü yapılanmalar Türkiye’nin gözlerini kör edemeyecek!