Anadolu’yu yurt edindiğimiz zamanlardan beri Batı ile yoğun ilişkilerimiz oldu. Bu ilişkilerin her zaman aynı çizgide seyir takip etmediği tarihen sabittir. Son iki yüzyılda Batı ile ilişkilerimizin seyri bizim aleyhimize değişti ve tek taraflı bağımlılığımız zamanla birçok alana sirayet etti. Özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’ya, Amerika’ya bağımlılığımız kurumsal ve sosyal düzeylerde yoğunlaştı. Fakat 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Amerika ile bağımlılık ilişkimizin millî meselelerde çok büyük bir risk oluşturduğunu gözler önüne serdi. Aynı şekilde Batı’nın Filistin, Karabağ, Bulgaristan ve Bosna Hersek sorunlarında görüldüğü gibi Türk ve İslam dünyasına karşı “Şark Meselesi”nde olduğundan daha hayırhah bir bakışa sahip olmadığı anlaşıldı.
Son yıllarda başta Amerika olmak üzere bazı Batı ülkelerinin DEAŞ, FETÖ ve PKK gibi terör araçlarıyla Türkiye karşıtı hasmane tutumlarını alenileştirmeleri ise özellikle kaydedilmesi gerekli bir husustur. Amerika ve ortaklarının, Türkiye karşıtı faaliyetlerini hayata geçirmek amacıyla içimizden devşirdiği unsurları hazırlamış olmasını da özellikle vurgulamak gerekir. Hâlbuki Türkiye, Batı limanına demir atmıştı. Bu tercihinde de büyük bir değişim söz konusu değildi.
Her bir ülkenin gayet tabiî bir şekilde güçlenmek ve büyümek, gelişmek gibi hedeflerine Türkiye de sahipti. Türkiye’nin bağımsızlıkçı politikaları bu isteğin bir göstergesidir. Bunun, Batı’ya yönelik düşmanlık içeren bir siyaset olmadığı ve olamayacağı bilinmeyen bir durum değildir. Zira Türkiye’nin coğrafî konumu, Doğu ve Batı arasında dengeli bir siyaset takip etmeyi zorunlu kılmaktadır.
Batı sistemini, yani emperyalizmi temsil eden ülkelerin Türkiye karşıtı siyasetlerinde 2013’ten itibaren sahaya yansıyan değişim, Türkiye’nin uzun süren bir duraklama ve gerileme döneminden sonra yeni bir hamle hazırlığında olmasıyla yakından alakalıdır.
Türkiye, Erdoğan’dan önce de bağımsızlıkçı arayışlar içine girmişti. Fakat bu siyaseti hayata geçirmek için çaba gösteren devlet adamlarının farklı şekillerde cezalandırılması, bir sonuca ulaşmamızı engelledi. Darbeler tarihini bu gözle okuduğumuz açıktır. Bireysel çabaları ile tanınan önemli şahısların tasfiye edilmesi de önemli bir meseledir. Erdoğan’ın farkı da buradadır. Onun döneminde bağımsızlıkçı politikalar, süreklilik arz etti ve millî siyaset hâlini aldı.
Türkiye’de devlet aklı ve millet iradesi genelde Batı ve özelde de Amerika ile tek taraflı bağımlılık ilişkisinin, milletimizin ve devletimizin geleceği açısından büyük risk oluşturduğu görüşünde tam mutabakat sağladı. Bu mutabakatı ispat eden siyasî gelişme ise Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ne geçiştir. Bu geçişin devletimizin, milletimizin ve coğrafyamızın geleceğiyle ilgili “millî ve yerli” politikalara işaret ettiği açıktır. Amerika, bu geçişten endişe duyduğunu göstermiş, PKK ve FETÖ gibi müdahale araçlarını devreye sokmuştur. 2013’ten bu tarafa yaşamakta olduğumuz Gezi Parkı Kalkışması, 17-25 Aralık Müdahalesi, Hendek Terörü ve 15 Temmuz Darbe ve İşgal Girişimi; Batı emperyalizminin Türkiye’ye müdahalelerinin boyutlarını gösteren örneklerdir. Amerika’nın Türkiye’ye karşı dolar operasyonu da müdahalelerin son halkasını oluşturmaktadır. Bu müdahale, iktisadî münasebetler ya da faaliyetler çerçevesinde izah edilecek bir durum değildir.
Batı ülkelerindeki Türkiye ile ilgili anî değişimin varacağı yeri kestirmek çok kolay değil. Zira bugün, irrasyonel davranan onlardır. Hatta görünüşe göre Amerika Birleşik Devletleri’nin politikalarına egemen olanlar, dinî bir yapının temsilcileridir. Bilindiği gibi geçen yüz yıllarda Doğu, din, oryantal despotizm, gerici yönetimler ve sair kavramlar birbirinin yerini alacak şekilde kullanılırdı. Bugün benzer ötekileştirici kavramların Amerika’ya uygun görülmemesi dikkat çekicidir. Türkiye’de önemli sayıda kişi ve grup, emperyalist saldırıları bir kenara bırakarak “kabahati kendimizde aramalıyız” türünden yaklaşımları, güya akılcılık adına serdetmektedir. Hâlbuki Amerika bir “din devleti” gibi davranmakta, hem ülkemiz hem de coğrafyamız, dinî saplantılarına teslim olmuş politik figürlerin “gerici” ve “bağnaz” fikirlerine kurban edilmektedir.
Türk aydını geçen yüz yılda Batı’da üretilen kavramları kullanmakta bir sakınca görmedi. Bu kavramların çoğu Batı’nın çıkarları, menfaatleri ve ihtiyaçlarından hareketle Doğu’yu tanımlamaktaydı. Sonuçta tarih, toplum, kültür ve vatanımızdan büyük bir kopuş yaşandı. Kopuşu yaşayanların, aynı kavramların perspektifinden, bugünkü Batı’yı da eleştirmesi gerekirdi. Bu, onlar için belki bir tutarlılık göstergesi olabilirdi. Fakat hâlâ Türkiye karşıtı bir tavırda ısrarcı olduklarını görüyoruz. Bunun muhakkak psikolojik bir izahı vardır.
Türkiye büyük bir devlettir, Türk milleti de büyük bir millettir. Devletimiz ve milletimiz tarihte barış, savaş, mağlubiyet ve zafer zamanlarını yaşamış ve bunların hakkını vermeyi bilmiş; her birini sükûnetle karşılamış ve cilve-i talih şeklinde değerlendirmiştir. Kanaatimize göre milletimizin üstün vasıflarından biri de budur.
Tarihte birçok örneğinde olduğu gibi Türkiye, finansal saldırıyı ve bundan sonra ortaya çıkabilecek benzer saldırıları püskürtecek güce sahiptir.