Amerikan hayvanları

Orta hâlli imkânlara sahip bir Amerikan ailesine mensupsunuz. Ama bu size yetmiyor. Çünkü büyük bir sanatkâr olma arzusundasınız. İyi ama tarih boyunca bir eli yağda, öbür eli balda hiçbir sanatkâr görülmemiştir ki. Öyleyse her sanatkârın vazgeçilmezi durumundaki ıstırapları yaşamak için ne yapmalısınız? ‘Amerikan Hayvanları’ adlı film, bu suâle kendince karşılık bulan bir gencin hakiki hikâyesinden uyarlanmış bir yapım.

Film Darwin’in Türlerin Kökeni’ndeki bir sözünü esas almakta: “Nesiller boyu, adım adım ve başarılı bir şekilde dış dünyadan Kentucky’nin derin ve girintili mağaralarına göç edenler, işte biz o Amerikan hayvanları olmalıydık.”

Bizde, yine parmak ısırtan bir anlayışsızlıkla, ‘Amerikan Soygunu’ adıyla gösterime giren yapımın başında “Gerçek hayattan uyarlanmamıştır” tarzında bir ibare yer alsa da film aslında düpedüz gerçek bir hâdiseye dayanmakta.

İyi ama nasıl bir uyarlamadır bu?

Cevabı hemen aynı ibarede: Menfilik ilâvesi silinerek! Yani “uyarlanmamıştır” ibaresi pat diye “uyarlanmıştır”a dönüştürülerek. Peki, bu ne demek? Bilindik hikâyeyi bilinmedik bir tarzda izleyeceksiniz demek. Dönüştürülmüş bir hâlde.

Hikâye şöyle: Sıradan bir hayat yaşayan ve o güne kadar hiçbir suça bulaşmamış lise öğrencisi dört kafadar, Amerikan tarihinin en büyük sanat eseri hırsızlığını gerçekleştirmek için kollarını sıvar. Fakat işin akıbeti tam mânâsıyla bir fiyaskodur. Felâket hatta.

Anne-babaları, akrabaları, komşuları, öğretmenleri; tanıdık-tanımadık herkes şaşkınlık içerisindedir. Çünkü ne kimse bu gençlerden bu çeşit bir tavır beklemektedir, ne de hırsızlığın böylesi o güne değin görülmüş bir şeydir.

NE YERİNE NASIL

Bart Layton’ın yazıp yönettiği 2018 tarihli filmin hikâyesi, her şey olup bittikten sonra çekilen bir belgesel havasında anlatmak gibi alışılmadık bir sinema diliyle kotarılmış. Öyle ya, sinema, yüz yaşını çoktan devirmiş ve siz de sinemada kalıplaşmış anlatım tarzının şahikası bir yerdeyseniz ama filminizi alışılmadık bir anlayışla şekillendirmek istiyorsanız işiniz zor demektir. O yüzden sözü geçen filmin, bu zor işin altından rahatlıkla kalktığını ifade edebiliriz.

Daha filmin ilk dakikalarında, bir yandan makyaj yapan kafadarların hazırlıklarını, öbür yandan da paralel bir anlatımla her şey olup bittikten sonraki belgesel tarzını hesaba katınca gençlerin enselendiği kesinleşmekte.

Bir film daha ilk karelerden sonunu açık ediyorsa demek ki asıl anlatılmak istenen, soygunun nasıl sonuçlandığı değil, süreci. Ve o süreç boyunca karakterlerin bu evrenin aşamalarından nasıl etkilendiği. Güvenlik kameralarını şaşırtmak için ustalıkla kendilerine makyaj yapan ve dört orta hâlli olağan vatandaşa dönüşen kafadarların şimdileri ve geçmişleri arasındaki tezat, filmin yaslandığı en önemli dayanaklardan.

İKİ FİLM BİRDEN

Dolayısıyla filmin en bahse değer cephesi şüphesiz işaret ettiğim bu çetrefilli, içiçe geçmiş anlatım dili. Bu içiçelik öylesine sınırları zorluyor ki muhatap Amerikan Soygunu’nda aslında bir değil, iki film birden seyretmekte. Bunlardan biri soygun hadisesinin sonrasında çekilen ve fiyaskoyu anlatan, gerçek karakterlere de yer veren bir belgesel, öbürü ise karakterleri bu soyguna sürükleyen süreci kurgulayan, dolayısıyla gerçek oyuncuların oynadığı kurmaca film.

Çizgisel zaman anlayışını hiçe sayan, dolayısıyla karakterlerimizden resimle ilgilenen Spencer’in, daha lisedeyken karşısına dikildiği üçlü jüri ile arasındaki muhavere sahnesinden birden 30 yaşındaki hakiki hâline, oradan tekrar geriye dönüp üniversite yıllarına sıçrayabilmekte. Bir karıncanın şaşmaz istikameti yerine bir çekirgenin zikzaklı gidişi, filme bir yandan başdöndürücü bir tempo katmakta, öbür yandan da hikâyeyi, ayrıntılarını ve özellikle de hikâye-karakter ilişkilerini tamamen bir yapbozun bilinmezliklerine döndürmekte.

O yüzden de film, olayın yaşandığı dönemin bir buçuk yıl öncesini ve sonrasını anlatırken siz bütün sıçrayışları zihninizde muhafazayla mükellefsiniz. Çünkü gerçek karakterler ve onları canlandıran oyuncular, karmaşık bir aritmetikle sahnede arzı endam eylemekte.

BÜYÜK SANATKÂR OLMAK

Spencer yolunu seçmiştir: sanat. Ne ki yine de ortada vahim bir mesele vardır. Çünkü hangi sanatkârın hayatına bakarsa baksın, orada karşısına daima aynı olgu çıkmakta: trajedi. Ve bu şahsi trajedinin ortaya çıkardığı ıstırap. Bütün sanat tarihi “Muhteşem bir hayatım var ve ben de şu harika eserlere hayat vermekteyim.” diyebilecek bir tek örneğe bile sahip değildir.

Kimileyin yokluklar doğurur bu ıstırabı, kimileyin de varlıklar. Aşk meselâ. Istırap çekmek, hayata dair daha sahici bir idrak düzeyine erişmek demek. Ve derin. Bu yüzden o da yaşantısında buna benzer bir hayat değiştirici hadiseyi tecrübe etme arzusu duymaktadır. “Başkalarında, filân sonuç falan sebebi doğurduğuna göre aynı sebep bende de aynı sonucu doğuracaktır.” yanılgısı. Deterministçe yetiştirilen son 350 yılın her mektep-medrese görmüş zihninin, gizli veya açık kabulü…
Peki, böyle bir trajediyi ve o trajedinin doğuracağı ıstırapları tecrübe edemeyeceğinizi sezerseniz ne yaparsınız? Üstelik siz sıradan bir Amerikan ailesinin zihin dünyasına sahipsiniz. Yani ta çocukluğunuzdan itibaren acımasızca başarı takıntısıyla yetiştirilmişsiniz.

ARMAGEDDON İNANCI VE…

Ele aldığım filmin ruhi-hissi vechesini öncelemeyi tercih etsem de zaman zaman meselenin içtimai tarafına şöyle bir temas etmekteyim. Amerikan Soygunu adlı filmin kendisine merkezi mevzu kıldığı determinist bakış açısı, özellikle pozitivizmle birleştiğinde ortaya çıkan ruh, zihin ve his manzarası durumundaki evanjelist itikadının armageddon kabulünü de çağrıştırmakta. Daha doğrusu çoğunluğa ait ‘Tanrı’yı kıyamete zorlama’ inancının bir birey üzerindeki etkisini de irdeleyen bir yapım aynı zamanda.

Filmin ne mevzuunu, ne de anlatımını yeterince ele alabildiğim kanaatindeyim. Çünkü filmin mevzuunu muhatabına aktarmaya gayret ederken başvurduğu sıradışılıklar bu kadarla sınırlı değil. Bir filmin inandırıcılığının merkezi hüviyeti durumundaki ne olursa olsun asla kameraya bakmama kuralı da sık sık ihlâl edilmekte meselâ. Brecht, evet.

Hem kitleye yabancı bir varlık türünü, sanatkârın o sihirli ama avama yabancı dünyasını anlatacaksınız, hem de bu anlatımınız esnasında da muhatabınıza zaman zaman bir yabancılaştırma etkisi uyandırmayı göze alacaksınız.