Almanya’daki Türkler, Türkiye’deki Suriyeliler

98765321

“Avrupa böyle mi kardeşim! Sokaklar tertemiz. Toz yok, toprak yok. Bir tane çöp bulamazsınız Münih caddelerinde. Her yer çiçek gibi. Kaldırımları bile. Trafikte sollamak mı, kırmızıda geçmek mi, yayalara yol vermemek mi? Polizei buna asla izin vermez…”

‘Almancıları’ hatırlarsınız… Kimimizin yakın akrabaları, kimimizin de bir zamanlar yediği içtiği ayrı gitmeyen komşularıydılar.

Her yaz tatiline geldiklerinde etraflarına toplanan ahaliye, önce getirdikleri hediyeleri takdim eder, bakkalda markette bulamayacağımız ‘alaman çikolatası’ndan ikram eder sonra da başlarlardı anlatmaya. Tahta bir bavul ile gittikleri ve hiç görmediğimiz, bilmediğimiz Almanya’yı, Belçika’yı, Hollanda’yı, Fransa’yı öve öve bitiremezlerdi. “Almanya’da böyle mi” diye başlayan biraz da aşağılayıcı cümleler dilden dile yayılır ve alt sokaklarda hatta yukarı mahallede bile gündem olurdu. Benim en fazla zoruma giden anlatıları ise şuydu: “Avrupa’da yere tüküren birini gördünüz mü bilin ki o Türk’tür.”

Oysa anlattıkları ile yaşadıkları bir değildi bizim Almancıların. Şanslı olanları araba fabrikalarında vasıfsız işçi olarak başlıyordu. İzin öncesi, sırf memlekettekiler görsün diye, yıllarca sürecek bir borç altına girip son model araba alarak Kapıkule’den giriş yapanların çoğu temizlik işlerinde çalışıyordu. “Avrupa sokaklarında bir tane çöp bulamazsınız” diye övünmeleri böylece daha bir anlamlı oluyordu. Çünkü haber birinci elden geliyordu.

Modeli hiç önemli olmayan fakat markası illa Mercedes bir otomobil ile gelinen memlekette, kulağında Walkman, mahallenin akranlarına iç geçirten evin küçük oğlunun babasının Almanya sokaklarını süpürdüğü, annesinin ise evlere temizliğe gittiği ayrıntısı irdelenmezdi.

Memleket terk etmenin, aileden, çoluk çocuktan ayrı kalmanın ve gurbet ellerde gece gündüz çalışmanın ezikliği ile dönülmezdi vatana. Adı konulmamış bir kuraldı bu. Almanya’da vasıfsız işçi, Türkiye’de Alamancı.

1960’ların başından itibaren, Avrupa’nın işgücü ihtiyacını karşılamak için gurbete düşen milyonlarca Türkiye insanı var.

Almanya’da “Gastarbeiter” yani “yabancı misafir işçi” olarak tanımlanan göçmenler, bir senelik dönüşümün ardından Türkiye’ye dönecekti aslında. Fakat bu planlama tutmadı ve hemen hemen giden hiç kimse dönmedi. 1960’dan sonra Almanya’ya 3 milyon, Fransa’ya yarım milyon, Hollanda’ya ise 300 binin üzerinde Türk göç etti.

Toplamda 4 milyondan fazla gurbetçimizin bizlere yansıttıkları da yansıtmayıp kendilerine sakladıkları hikayeleri de ortaktır. Batı’nın oturmuş sistemi karşısında dışlanmış, duyguları alınmış Avrupalılarca bir şekilde “pis Turk” yaftası ile aşağılanmış ve robot disiplininde gece gündüz çalıştırılmış bu ‘Anadolulu ezikliği’ni, orada doğup büyüyen ve iyi bir eğitimden geçtikten sonra imrenilesi mesleklere sahip olan ikinci, üçüncü kuşaklar ancak aşabildi.

2000’li yıllar ile birlikte kesin geri dönüşler tamamlandı. Gelenler geldi, kalanlar ise gurbetçilikten ‘vatandaşlığa’ geçerek doydukları toprakların birer parçası oldular. Doğdukları toprakları da bırakmadılar tabi. Hemen hepsinin dünyalık bir mekanı var Türkiye’de.

Adına ne denirse denilsin; Mülteci, gurbetçi, göçmen ya da kaçak… Dünyada döngüsü hiç bitmeyen bir insan sirkülasyonuna şahit oluyoruz. Kuraklık, açlık, işsizlik ve savaşlar insanları yerlerinden yurtlarından ediyor hiç durmadan. Tıpkı 5 yıldır dibimizde yanan iç savaş ateşinden kaçıp bize sığınan 3 milyondan fazla Suriyeli gibi.

Göç etmek, göç almak tarih boyunca Anadolu topraklarının değişmeyen kaderi oldu. 150 yıl önce Rusların işgal ettiği Kafkasya’dan sürülen 1.5 milyon Çerkes’ten hayatta kalanları bağrına basan Osmanlı, en zor günlerini geçirirken bile kadirşinaslığından taviz vermemişti. İnsanlık bugünler için vardı ve koca imparatorluk yıkılırken dahi gereğini yapmıştı.

Ardından kurulan Cumhuriyet de sık sık mazlumlara kucak açtı. 1999 yılında her alanda şimdiki Türkiye’den çok daha güçsüz olduğumuz halde yine Rusya’nın soykırımından kaçan Çeçenlerin de adresi bizdik ve bir halkın acısına ortak olmuştuk.

Şimdi ise yine tamamen İslami ve insani bir duruşla 3 milyon Suriyeliyi misafir etmenin ötesinde kabullenen ve parayla pulla ölçülmeyecek bir sahiplenme ile ‘birlikte yaşama’ örneği gösteren bir Türkiye var. Suriye iç savaşının insani yükünü tek başına omuzlayan ve sınır güvenliğini nedeniyle büyük bedeller ödeyen Türkiye, tüm yalnızlığına rağmen insani çizgisinden hiç sapmadı.

Türkiye yeniden hem devlet hem de halk olarak Suriyeli sığınmacılar üzerinden yeni bir sınav veriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriyelilere vatandaşlık verileceğini açıklaması üzerine Avrupa’nın siyasi dinamizmi haline gelen ırkçılık ve göçmen karşıtlığı Türkiye’de de kendini gösterdi. Sosyal medyada, forumlarda ve köşe yazılarında hatta gazete manşetlerinde savaştan kaçıp topraklarımıza sığınan Suriyelilere karşı akıl almaz bir kampanya başlatıldı.

BM ve Almanya başta olmak üzere tüm Avrupa ülkeleri Suriyelileri vasıflarına göre kabul edip, mesleklerinden, iş güçlerinden faydalanmanın fırsatçılığını yaparken Türkiye 5 yıldır çıkar gözetmeksizin bir duruş sergiliyor. Şimdi de büyük devlet olmanın gereğini yetirerek kucak açtığı bu mazlum halka statü de vermek istiyor. 5 yıldır bizimle yaşayan ve çok büyük bir bölümü sosyal hayatımızın bir parçası olan Suriyelilerin “vatandaşlık” yükümlülüklerini yerine getirmeleri de gerekiyor. Üstelik kast edilen de tamamı değil. Etrafınızdaki Suriyelilere dönüp bir bakın. Türkiye’de eğitim ve öğretim alanında, mühendislikte faydalı olacak çok sayıda Suriyeli var. Bunlar artık zaten istihdam da ediliyorlar. Ama vatandaşlık yükümlülüklerini yerine getiremiyorlar.

Nişantaşı kafelerinde sosyalistlikten, solculuktan, eşit şartlardan bahsedenler; ikiyüzlülüklerini bir kez daha tescilleyerek yetimleri, öksüzleri ve savaştan kaçan kadınları hedef gösterip, “Suriyeliler gitsin” kampanyaları düzenliyorlar. Oysa dönüp bir nesil öncelerine baksalar, ya da ‘Alamancı’ amcaları ile konuşsalar, doğdukları değil de doydukları topraklara nerelerden ve hangi şartlar altında geldiklerini görecekler.