Nuri Bilge Ceylan Ahlat Ağacı adlı son filmiyle bir kez daha Koza’nın, Mayıs Sıkıntısı’nın ve Kasaba’nın doğduğu topraklara, kendi sinemasının merkezi öğesini teşkil eden diyara dönüyor: Çanakkale’ye! Bir anlamda baba ocağına. Tıpkı Ahlat Ağacı’nın karakteri Sinan gibi.
Başka bir şehirdeki fakültesini bitirip Çan’a dönen Sinan, o güne kadar polislik yapmak zorunda kalan bir-iki arkadaş edinmiştir ama aslen çevresindeki herkesten farklı bir mizaçtadır. Köy kökenli bir ailenin kasabada yaşayan iki çocuğundan biri durumundaki Sinan, daha baba ocağına döndüğü gün, yıllar yılı hep kendisini utandıran, boynunun bükük gezmesini sağlayan babasının tıpkı bıraktığı gibi sefil hayatını sürdürdüğünü öğrenir. Baba, ailesinin varını yoğunu satmakta, yetmediği için çevresinden borç almakta, bulduğu her kuruşu at yarışlarına yatırmaktadır. Bu arada hem kendisinin, hem ailesinin, hem de meslektaşlarının itibarını yerlerde süründürmekte.
Filmin merkezi karakterlerinden, Sinan’ın babası ilkokul öğretmeni İdris, bir zamanlar kendine göre idealler taşıyan, ince ruhlu biri iken, hayat gailelerinin altındaki ezilmişliğini örtmek ve taşranın bunaltıcılığından sıyrılmak için at yarışlarına sığınır. Ağlamamak için gülen, zorda kaldığında mühimsemiyormuş gibi görünen ama içten içe günbegün eriyen bir garip… Maskesinin arkasına bile saklanmayı beceremeyen bir çocuk-baba. Savaşmaktansa boş vermeyi tercih ediyormuş gibi görünen, ne ki umursamadan edemeyen İdris ile Sinan’ın arasındaki görünür rekabet ve gizli muhabbet, günyüzüne çıkmak için fırsat kollamaktadır.
Fakat Sinan için baba, lekesinden kurtulunamaz bir utanç anlamına gelmektedir.
Belki de bu utançtan kurtulmak ve babasının yüzünden uğradığı itibar kaybını telâfi etmek için muteber bir meşgale edinmiştir: yazmak! Kasabaya döner dönmez soluğu belediyede alır ve kitabının yayını için destek ister. Belediye başkanı tarafından çaktırmadan sepetlendiğini anlayacak hayat tecrübesinden mahrum Sinan’ın günleri, odasında kitap okuyarak, köydeki büyükbabasını ve imam emeklisi dedesini ziyaret ederek, kimileyin de kahvehanelerde haytalık ederek geçmektedir. Çeşme başında karşılaştığı Hatice, belli ki lise yıllarında kalmıştır.
İşsiz, kadınsız, yalnız ve geleceksiz yaşantısı Sinan’ı günbegün kuşatırken kendi varoluşunu anlamlandırmak gayreti de içten içe ruhunu kemirmekte, ne ki yaşamaya mahkûm bırakıldığı bu içler acısı hayatta, kendine özgü rolü tayin etmek için kabullenmekte zorlanacağı adımlar atmak gibi sefaletlere sürüklenmektedir: Kitabını basmak için sarf ettiği gayretleri boşa çıkarıldığı için ilkin dedesinin eski bir kitabını çalıp yok pahasına satacak, ardından da babasının, belki kendinden bile çok sevdiğini düşündüğü köpeğini paraya dönüştürecektir.
İnsanlık için yüce bir amaç uğruna, sıradan insanların varlıklarına, onlardan habersiz el koyup satmak hırsızlık mıdır yoksa hedefin yüceliği, böylesi davranışları meşru görmeyi mümkün kılar mı? Başka bir ifadeyle toplumsal ahlâk ile benlik arasındaki ilişkinin özü nasıldır? Filmin sorduğu sorulardan yalnızca biri bu.
Peki Ahlat Ağacı, Kış Uykusu kıratında bir şaheser kabul edilebilir mi? Ne yazık ki hayır. İzleyicisinin üzerinde uyandırdığı izlenim bakımından Bir Zamanlar Anadolu’da veya Kış Uykusu’nun etkileyiciliğine sahip film, özellikle Sinan’ın orta yaştaki taşralı yazar Süleyman’la tartışması veya başkasının elmalarını çalmakta sakınca görmeyen, ikisi de nedense telâffuz özürlü imamla girdiği iman, inkâr, tanrı, vicdan, hayatın anlamı gibi sahici meselelere şöyle bir değinip geçen ve sahici eter-tutar şeyler söylemekten kaçınan muhaveresi gibi iki kritik sekansta, filmlerinin vazgeçilmez vasfı durumundaki gerçekçilik, inandırıcılık ve etkileyicilik harmanının müthiş dengesini koruyamadığını görmekteyiz.
İyi de böylesi birkaç kusur, Ahlat Ağacı’na kayıtsız kalmak için yeterli sayılabilir mi? Ne münasebet! Sonuçta Nuri Bilge Ceylan filminden bahsettiğimizi unutmamak şart: Hayatı kıskandıracak kadar olağan gündelik yaşantı görüntüleri birbirini takip ederken, o büyük yaratıcılara özgü incelerin incesi ayrıntılarla muhatabının kalbini, gerçek hayatta yaşanamayacak bir helecanla titretebilmek.
Öte yandan, muhatabında bıraktığı izlenimler bir filmi önemsememiz için yeterli mi? Değil elbette. Zaten Ahlat Ağacı’nın muhtemelen geleceğe kalacak yönü, demin andığım niteliği kadar, başkarakteri Sinan’ın genç bir taşra aydını hüviyetiyle vereceği anlam ve değer arayışı üzerinden, aynı zamanda Bir Zamanlar Anadolu’da ve Kış Uykusu gibi filmlerinde gördüğümüz gibi yönetmenin, Oğuz Atay’ın ifadesiyle “Türkiye’nin ruhu”nu arama izleğini sürdürmesi. İşte bu ‘izsürücülük’ misyonunun, babasının yıllardır köydeki arazilerinde açmaya çalıştığı ama bir türlü bitiremediği su kuyusunu kazmayı Sinan’ın canı gönülden devralmasındaki gibi çarpıcı bir devamlılık vurgusuyla filmin sonlandırılması, hem olanca yamuk-yumukluğuna rağmen Türkiye kokan ahlatın mahiyetine ve bizdenliğine çarpıcı bir vurgu, hem de anlam arayışı için derine, daha derine kazımaya dair bir davet niteliğinde.
İzlek, izsürücülük, sürgitlik ve devamlılık demişken… Zaten Sinan, babasıyla bütün o çatışmalarına, zıtlaşmalarına rağmen yine de içten içe babasına hayranlığını kendinden bile saklayan, baba mesleğini devralmış bir karakter değil midir?
İnanmak ile inan(a)mamak, başarmak ile onurunu korumak, geçicilik ile süreğenlik, hakketmek ile hakkettiğini varsaymak ikilemlerinin yanında; tanrı, hak, insanlık, vicdan, başarı, tutku, ahlâk, çıkar, taşralılık, büyümek ve kendini ifade edebilmek temaları etrafında dolanan Ahlat Ağacı, yönetmenin yaratıcı gerçeklik anlayışını sürdürdüğü ince bir seyirlik. Hikâyesiyle, karakterleriyle, anlatısıyla ve özellikle de kreşendo sahneleriyle Ahlat Ağacı, kuşkusuz bu senenin en iyi filmlerinden.
Filmin özellikle kış sahnelerindeki görsel çekiciliğini özellikle işaret etmek şart.
Türkiye’ye içeriden, önyargısız ve nitelikli bakışlara ne de hasretmişiz