Acıtan Gerçek Yerine Acıtmayan Yalan

Elbette her insan, hayatının en önemli ânının şimdi olduğunun farkında.

İyi de şimdi, yönetemeyeceğimiz kadar karmaşık birçok zorluk barındırıyorsa? İçinde bulunduğumuz hâl, seçmekte zorlandığımız ihtimaller içeriyorsa? Seçmek, ayıklamak demek; doğru ile yanlışı, hak ile batılı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, faydalı ile zararlıyı birbirlerinden, birinin hakkını şu veya bu sebeple öbürüne yedirmeden tefrik etmek, her zaman sanıldığı kadar kolay değil ki. Peki ya doğru, hak, iyi, güzel veya faydalı menfaate uygun değilse?

Demek ki gelecek kadar şimdi de bir bulmaca. Yahut büyük bulmacanın bir parçası…

Maziyi yara görmeyi hedefleyen insan, muhatabını etkilemek yerine ondan etkilenmeyi tercih eder: Hayatı etkileyemiyorsan bari hayattan etkilen tavrı. Tam burada en ayrıcalıklı kişilik konumundaki sanatçı mizacına dair önemli bir tespit: Sanatçı, demin sözünü ettiğimiz etkilenmeyi kimileyin etkileyici bir biçimde, kendince yeniden ifade etmeyi becerebilen kişi. Zaten yegâne ayrıcalığı da buradan gelmekte: etkilenmişliğini etkileyiciliğe taşıyabilmek.

Öte yandan sıradan insanlarda gördüğümüz hayattan etkilenmeyi önceleyen tercihte kişi aslında hayata etkin bir şekilde katılmak yerine, etkinliği başkalarına havale ederek sorumluluklarından kurtulma gayretini de gizlemekte. Söylemeye gerek yok: Bu çeşit bir etkilenme, elbette gerçek anlamda yaşananlardan pay çıkarırcasına bir etkiyi yaşantısına aktarma anlamına gelmemekte. Tersine bu tavır, gerçek bir etkilenmeden kaçınmak için icat edilen bir etkiye mahkûmluk sanısı.

İyi de bütün bu kendi kendine sergilenen gözbağcılığın uzun yıllar boyunca aksamadan işleyebilmesi mümkün mü? Elbette! Peki nasıl? Tekrarla! Bütün şüpheleri ortadan kaldıracak biteviyelikte tekrar. Tekrarlanan her gözbağcılık hızla yerini gerçeğe bırakır çünkü. Sahiden de bu bitimsiz tekrarları sürek avı ataklığında şarkılarda, şiirlerde, romanlarda, dizilerde, filmlerde mebzul miktarda görmüyor muyuz?

İşin ilginç yanı geçmiş, sadece şimdi ve geleceği belirlemez; gelecek de geçmişi etkiler. Geleceğin geçmişi etkilemesi nasıl mümkündür? O âna değin yaşadığımız şimdilerimizin toplamında adım adım, alttan alta işleyen bir mekanizmayla yakın veya uzak geleceğe dair tahminlerimiz doğrultusunda geçmişimizin yeniden tasarlanmasıyla. Geçmişte geleceğe uygun bir tarzda gerekli adımları atamamışsak, şimdide geçmişi, olması gerekene yakınlaştırmak mümkün çünkü. Yaşandığı gerçekliğinden soyutlayarak geçmişi dilersek cennete dönüştürebilir, istersek cehenneme çevirebiliriz. Şimdi sıkı durun: Kalbimizi yara kumkumasına çeviren bu cehennem, geçmişte kaldığı için bir yanıyla sevimlileşebilir bile.

İnsanız biz; gerçek yerine yalanı, acıya tercih eden yegâne varlık. Acıtan gerçek yerine acıtmayan yalan. Unutmayalım, insan en büyük yalanları başkasına değil, asıl kendisine söyler. İnsan başkalarına söylediği yalanın mahiyetini kendi derinlerinde bilir ve itiraf edebilir. Ama ya kendisine söylediği yalan? İnsanın kendisine yalan söylemesi, şahsiyetinin mahiyetini değiştirmesi demek.

Gerçeği, yalnızca gerçeği arayan ve bu uğurda geri adım atmamayı seçen biri, gerçeği keşif gayesi uğruna çektiği ıstıraptan dolayı belki örneğin olgularla sağlıklı ilişkisini bile yitirebilir: Psikoz. Fakat gerçeği bilme yolundaki zorluklara katlanamayan yahut gerçeğin acısına tahammül edemeyen, o acıya dayanmaktan yorulan, buna rağmen bu tahammülsüzlüğünü kendinden saklamak isteyen kişinin hâline erbabı nevroz demekte.

Hâlbuki yaşanan hiçbir acı boşuna değil. En hafifinden acılarımızla olgunlaştığımızı fark edebilmeliyiz. Çocukluktan çıkarır acılar; toyluktan uzaklaştırır. Peki ya insan çocukluktan çıkmak, toyluğunu atmak istemiyorsa? Hatta sandığımızdan daha çok rastlanılan bir durumu tercih ediyor ve bu dünyadaki başlangıç noktasına, ana rahmine geri dönmek istiyorsa? Kişinin hem yeryüzüne indirildiği, hem de yeryüzünün bütün tehlikelerinden uzak, dünyada ama yine de hiçbir dünyevi gayret sarf etmeden yaşamaya devam edebildiği, o ekmek elden su gölden durumu, aynı zamanda hem korunaklı, hem de şefkat ve merhametle sarmalanmış bir evredir de. Mutluluk, sevgi, şefkat ve sıcaklık tarafından bu hâlelenmişlik evresi, elbette insanın hayatta en haz dolu dönemi. Daha önemlisi bu döneminde insan, her türlü sorumluluktan azade yaşar. Mutlak huzur. Karar vermesi gerekmiyordur çünkü.

Bu açıdan bakıldığında insanın bu hazza gark olduğu döneme dönmek istemesine şaşmamak gerek. İşte o imkânsız isteğin gerçekleşmemesinin doğurduğu hâllerden biri, mazinin serapa yara-bereyle doluluğu sanısı… Daha doğrusu, ana rahmine geri dönemeyeceğini idrak eden, bedenen yetişkin ama duygu düzeyinde toy kişilik, kendi iradi payını da rahatlıkla gizlemesini mümkün kılan bir tarzda çözümü aşk acısına yüklemekte bulur. Üzerinden makul bir süre geçtikten sonra kişide tekâmül edası uyandırması gereken o acılar, tuhaf bir gözbağcılıkla kendisini mutsuzluğa sürükleyen başkasının eliyle açılmış darbelere dönüşür. Sonraları kimileyin içki, kimileyin kumar gibi tutku yüklü iptilâlar şeklinde de gün yüzüne çıkabilecek bu travmaların başka bir kaynağı da yine anne ilişkisiyle bağlantılı; özellikle de emme dönemiyle ve memeden kesilme süreciyle.

Hâlbuki mazideki her yara, kişiyi kendisi kılar. Hayali değil, her sahici yara gerçek bir güçtür. Kişiyi yetiştiren, yani ana rahminden uzaklaştıran.

Olgunlaşamayan, olgunlaşmak için kullanmak zorunda bırakıldığı karar verme sorumluluğunu karşısındakine devretmek isteyen kişi, hem kendisini ikna etmek, hem de çevresini ikna ettiğini kabullenmek için, habire ruhunu hırpalar. İşte kalpteki o yara, bu hırpalamaların yarası. İyileşmesine izin verilmeyen yara… Tersine, fırsat buldukça tekrar tekrar eşelenen, kanatılan… Böylelikle kişi, rahmine geri dönemediği annesinin yerine kendisini lâyığınca cezalandırır. Söylemeye gerek yok, çoğunlukla o cezalandırıcı anne işlevini de sevgiliye yükler. Zamanında annesi tarafından yeterince sevilmeyen, şefkatle kucaklanmayan, rahmete gark olamayan erişkin, şimdi de sevgili tarafından benimsenmemiş, hırpalanmış, cezalandırılmıştır. Hâlbuki cezalandırılan da aynı kişidir, cezalandıran da.

Demek ki saplantılı aşk durumu, başka şeylerden çok, vakti zamanında anneden alınamayan şefkat ve merhametin yetişkinlikteki tatmin imkânlarından biri. Merhamet talebi yabana atılacak bir istek değil tabii ki. Hatta insanı Rabb’ine yakınlaştırma fırsatı barındıran bir lütuf… Fakat bu çeşit bir aşk anlayışı, yakınlaşmaktan çok bir isyana evrilir çoğun.

Sınırlı yeryüzü hayatı süresince insan, farkına vararak yahut varmayarak mutlaka Tanrı’yı arar. Bulamadığındaysa annesinin rahmine sığınmak ister. Ne ki bu, vurgulamaya gerek duyurmayacak kadar imkânsız bir beklenti. Her imkânsız beklenti, ruhta derin bir yara açar.

Öte yandan, kaçınılmaz bir biçimde yara-bereyle dolu mazinin, serapa mutluluk sahneleriyle örülüymüş gibi aktarılması, bu anlatmaya çalıştığımızdan bile daha sunturlu bir yalan. Çünkü yapısı gereği mazi, mutluluk ve hüznü aynı ânda bir arada bulundurur. Bunlardan birinin baskın bir tarzda öne çıkarılması, aslında kişinin bizzat kendi eliyle kurguladığı geçmişi, çevresine de kabul ettirme senaryosuna ortak araması demek.

Peki, acıtan gerçek yerine acıtmayan yalanı, hatta daha az acıtan yalanı tercih ettiğinizde neye kavuşursunuz? Sahte acıya. Yaşanandan çok daha az can yakan hayali yaralara. Artık sizinle özdeşlik kurarak merhamete hazır yarenlerle o mahut şarkıyı acıtan bir zevkle mırıldanabilirsiniz: Mazi Kalbimde Bir Yaradır.