Abbasî Medenî’nin ardından

Aynı mücadelenin birbirini takip eden temsilcileri olarak birbirini etkilemiş olmaları gayet tabiîdir. Bin Badis, Malik bin Nebi, Abbasî Medenî yaşadıkları zaman itibarıyla farklı kuşaklara mensuptular. Gerçi Bin Badis ile Malik bin Nebi arasındaki yaş farkı azdı fakat yine de Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasını temsil ettiklerini düşünebiliriz. Fikrî bakımdan birbirini takip ettiklerine şüphe yoktur.

Bizler yaşadığımız dönem itibarıyla Abbasî Medenî’den önce Malik bin Nebi’yi tercüme kitapları vasıtasıyla tanımıştık. İslâmî Selamet Cephesi (FİS), Cezayir’de yerel yönetim seçimlerinde büyük bir başarı kazanınca bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir şaşkınlık yaşanmıştı.

Bin Badis’ten itibaren antiemperyalist bir mücadelenin içinde yetişen kuşaklar iktidara doğru yürüyordu. Onun için bu başarı bizde de büyük bir heyecana sebep olmuştu.

Abbasî Medenî öncülüğündeki siyasî hareket, salt Cezayir ile sınırlandırılamazdı. Akdeniz’i kuşatan İslam ülkelerinde kitleleri dipten gelen bir dalga ile harekete geçiren yeni bir kuşak ortaya çıkmıştı. “İslamcı” veya “siyasal İslam” şeklinde tanımlanan bu kuşak gerçekten umut vaat ediyordu. Bu kuşağın verdiği barışçıl mesajlar Batı dünyasında hiçbir şekilde karşılık bulmadı.
Fransa’nın öncülük ettiği bir askerî müdahale ile Abbasî Medenî tutuklandı, daha sonra onun yerini alan diğer liderler de hapse atıldı. Bunun çok kapsamlı, tasarlanmış bir Batı müdahalesi olduğu açıktı.

Çoğumuz öğrencilik yıllarının çoktan sonuna gelmiştik. Cezayir’de ve İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde yeniden diriliş hareketlerinin başarıya ulaşma ihtimali belirmişti ama Batı emperyalizmi aynı anda yeni bir saldırı dalgası yaratmış, Haçlılar her yönden harekete geçmişti.

Körfez Savaşı, İslam dünyasının merkez coğrafyasında yeni bir işgal sürecinin başladığını gösteriyordu. 1991’in sonralarına doğru Cezayir’in de aynı süreci yaşayacağı anlaşılmıştı. 1992’in Ocak ayında İzmir’de bir grup arkadaşla Cezayir’e askerî müdahaleyi kınayan bir gösteri yaptık. Dönemin ruhuna uygun olarak İzmir Hisar Camii’nde cuma namazını müteakip Fransız, ABD ve İsrail bayraklarını yakarak tepkimizi dile getirmek istedik. Aynı günde Türkiye’nin başka şehirlerinde de benzer gösteriler yapılmıştı.

Birçok şehrin aksine, polis, İzmir’deki gösteriye çok sert müdahale etti. Gösteriye katılanların neredeyse iki katı polis alanı kuşatmıştı ve gösteri barışçıl bir şekilde önceden tasarlandığı gibi tamamlanınca dağıldı. Tam bu esnada polisin görülmemiş bir sertlikle müdahalesi sonucu elliye yakın kişi gözaltına alındı.

Polisin sert müdahalesi bizim için çok anlamlıydı. Müdahale emrini verenlerin FETÖ’cü polisler olduğunu düşünmüştük. Bu görüşüm hiçbir zaman değişmedi. Bu olaydan çok kısa bir zaman sonra Bosna’dan çok kötü haberler gelmeye başladı.

İslam dünyası işgal ve terör yoluyla barış içinde yeniden ihya hedefinden uzaklaştırıldı. İki kutuplu dünyanın nihayete erdiği yani İkinci Dünya Savaşı’yla oluşan dengelerin dağıldığı bu dönemde yeni bir denge kurulana kadar İslam dünyası terör parantezine alındı.

Polisin sert müdahalesi Türkiye’nin yakın çevresine müdahalesini önlemek mânâsına geliyordu. Bunun tasarlanmış bir siyaset olduğu açıktı. İslam dünyası inanılmaz bir şekilde kaosa sürükleniyor, Türkiye etkisizleştiriliyordu. FETÖ’nün bu tarihten sonra ulus ötesi bir güce dönüşmesi çok zor olmadı. Bugün hâlâ, ‘İslam dünyası terör üretiyor’ diyenlerin veya İslam dünyasının geriliğinden bahsedenlerin cahil olduklarını düşünmek herhâlde iyi niyetli bir yaklaşım olur.

Bulgaristan’da Türkleri sürgün etmişler, Bosna’da katliama başlamışlardı. Cezayir’den başlamak suretiyle Akdeniz’i kuşatan İslam ülkelerinde yeni bir baskı ve kaos dönemini başlatmışlardı. Ermenilerin Azerbaycan toprağı olan Karabağ’ı işgalleri de aynı yıllarda yaşandı. Amerika, Irak’ı harabeye çevirdi. Hâdiselerin geçtiği yerleri harita üzerinden takip etmek bile başlı başına fikir verir.

Türkiye, kendine uygulanan ağır baskılara rağmen yoluna devam etti. Cezayir’de yerel yönetimlerde büyük başarı kazanması ihtimal dâhilinde olan hareketin temsilcileri hapse atıldı fakat bunu Türkiye’de başaramadılar.

Türkiye’de de çok şiddetli baskılar söz konusuydu fakat İstanbul gibi büyük şehirlerde yönetimi devralan yeni kuşaklar başarılarıyla Türkiye’nin değişiminde büyük pay sahibi oldular. Zaten bu başarı yeni Türkiye’nin önünü açmış oldu.

Doksanların hemen başında Samuel Huntington, ‘medeniyetler çatışması’ tezi ile İslam dünyasına yönelik saldırgan Batı müdahalesine yapay bir kılıf uydurmuştu. Güya medeniyetler arasında fay hatları vardı ve bu hatlardaki hareketlilik çatışmaya sebep oluyordu.

Hâlbuki Amerika, Fransa, İngiltere ve Almanya gibi fay hatlarından çok uzaktaki ülkelerin yeni Haçlı orduları şeklinde saldırıya geçmesi tamamen emperyalist müdahaleydi. Bunun medeniyetler savaşı şeklinde takdim edilmesi, kitlelere yönelik propaganda çalışmasından başka bir şey değildi.

Cezayir’den yirmi yıl sonra Mısır’da iktidara gelen Mursî’nin benzer yöntemlerle devrilmesi konunun bir medeniyet savaşı olmadığı, yeni sömürgecilik faaliyetleri serisinden bir dizi olayla karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Müslümanlar demokratik yollarla iktidara gelmiş fakat Batı’nın desteklediği azınlık grupları onları silahla devirmişti. Bunun medeniyet ya da din savaşı olduğunu gösteren herhangi bir işaretten bahsedilemezdi.

Abbasî Medenî, İkinci Dünya Savaşı’nda sonra ortaya çıkan ve uzun bir dönemde olgunlaşan İslamcı mücadele geleneğinin en önemli simalarından biriydi. Aliya Izzetbegoviç gibi Batı ile içiçe yaşamış ve onlardan etkilenmişti.

Yeni bir mücadele yöntemi geliştirdiler. Bütün bir coğrafyanın kaderi üzerinde etkili olabilirlerdi. Onlar, mağlubiyetin bir kader olmadığına inanmıştı. Bunun için ömürlerini İslam’ın ve insanlığın davasına harcadılar. Yaşadıkları dönemde yepyeni umutların yeşermesine yol açtılar. 