Hamlet: Bir tereddüt kumkuması

Dünya edebiyatının en çok karakter yaratmış yazarı diye selâmlayabileceğimiz Balzac’ın tiyatrodaki muadili Shakespeare… Buna karşın Balzac’ın bu yaratı zenginliğinden farklı olarak Shakespeare’in öyle bir karakteri vardır ki, kendisinden sonra gelen birçok sanat, edebiyat, tiyatro ve sinema karakterine zemin teşkil etmiştir. Özellikle çağdaş edebiyat ve tiyatro karakterlerinin ölümsüzlerinden birçoğunda onun ‘ayak izlerini’ görmek olasıdır: Hamlet!

Danimarka’nın geleceğinin birincil garantisi Prens Hamlet, Dostoyevski’nin Raskolnikof’undan tutun da, Joyce’un Mr. Bloom’una, Melville’in Kaptan Ahab’ından Wilde’ın Dorian Gray’ine kadar birçok karaktere modellik etmiştir aynı zamanda. Daha ötesi “çağdaş edebiyatı Hamlet’e düşülmüş dipnotlardan ibaret” görmek, hiç de abartı sayılmaz.

Kendinden sonrasını bunca belirleyen bu ufuk açıcı karakterin temel nitelikleri nelerdir?

Hamlet = Tereddüt

Hamlet deyince akla, Peyami Safa’nın ifadesiyle “Bir Tereddüdün Romanı” gelse yeri…

Annesinden, ölmüş bile olsa babasından, (Bir hayalet kılığında görüşür kendisiyle çünkü.) amcasından, sevgilisinden, çevresindekilerden… kısaca herkesten ama en çok da kendisinden ’emin’ değildir Hamlet. O yüzden de karar verilmesi gereken neredeyse her konu, onun için bir tereddüt kumkumasıdır.

Bir insan nasıl olur da herkesten, her şeyden ve üstelik kendisinden bile kuşkuya düşebilir? Anlaşılabilir bir ruh hastalığı mıdır bu, yoksa sıradışı bir ruh özelliği mi? Bu soruya eter-tutar bir cevap verebilmek için Hamlet’e hızlıca bir göz atmakta yarar v

Prens Hamlet, yakın bir tarihte ölen babasının hayaletiyle konuşur ve işin aslını öğrenmeye, sonra da suçluları cezalandırmaya and içer. Meğer amcası, tahta geçmek ve kraliçeyle evlenmek için kardeşini öldürtmüştür. Gerçeğin yakıcı yüzüne yakınlaştığı ândan başlayarak, kendisinin de öldürülmemesi için, kurtuluşu, herkesin inanacağı bir oranda deliliğin koruyucu kisvesine bürünmekte bulur. Durumdan kuşkulanan amca/katil/kral, anne ile oğulun konuşmalarını dinlemek için birini görevlendirir. Perdenin arkasına saklanmış casusu fark eden Hamlet, onu öldürmekten ve ardından da annesini fena hâlde haşlamaktan çekinmez.

Rol ve Hakikat Kardeştir

Hamlet iyice gerçeğin kıskacında kıvranmaktadır. Kendisinin bildiği ama kimselere bildiremediği (kanıtlayamadığı) gerçeğin baskısı altında iyice bunalır; bu bunalma onda kimi karakteristik değişimlere yol açar. Dışarıdan bakıldığında, zaman zaman deli taklidi mi yaptığı, yoksa gerçekten delirmeye mi başladığı sorgulanabilir bir biçimde davranışlar sergiler.

Öte yandan, evlilik hülyalarına daldığı adamın davranışlarına anlam veremeyen sevgilisi sahiden delirir bu arada. Çünkü amca/katil/kralın tuttuğu ve Hamlet’in öldürdüğü casus, aslında babasıdır. Bunun üzerine Hamlet, sevgilisinin kardeşiyle düelloya girişir ve bu sırada zehirli kılıçla yaralanır. Yine de ölmeden önce hayatını adadığı gayeyi gerçekleştirir: Amcasını öldürür. Bu sırada annesi de, Hamlet için hazırlanmış zehirli içkiyi içmiştir.

İşin ilginç yanı şurada: Gerçeğin peşinde ölümüne koşan Hamlet, aslında gerçekçi bir kişilikten çok, hayalperest bir karakter… Gerçeğin acıtıcı yüzü yerine, hayalin ısıtıcı yönünü seçen bir mizaç. Üstelik gelişmelerin doğurduğu kaçınılmaz gidişatın kendisine biçtiği rolün yükü altında ezilir. Dinleyicilerini kıskandıracak bir mantık düzeyindeki akıl yürütmelerine karşın, mantığından çok, içgüdüleriyle hareket etmeyi yeğler. Bu açıdan bakıldığında, gerçeği ölümüne arayan biri gibi düşünen ama ‘gerçek’ten ölesiye kaçan biri gibi hareket eden bir insandır. Bu çeşit hareketlerinin arkasındaki etmeni de, gerçekle yüzleştiğinde atması zorunlu adımları atmaktansa gerçeğin ıstırabı altında kıvranmayı yeğleyen trajik mizacında görebiliriz.

Çağdaş Ruhun Erken Habercisi

Apaçık gerçek karşısında bile yaşadığı katmanlı tereddütlerini, her şeyin zıddını hesaba katan kuşkuculuğunu, hızlı kararlar vermesi gerektiği durumlardaki tavırsızlığını, zevk tutkusu ve iktidar hırsıyla bir tuzaklar yumağına dönüşen saraydan duyumsadığı ölüm korkusunu; bütün bu olumsuzluklara karşın asla peşini bırakmadığı gerçeği bulma arzusunu ve adaleti yerine getirme duygusunu hesaba kattığımızda, bunlara bir de kimlik sorununu eklersek (Çünkü hem babasının ‘kim’liğini sorgulamaktadır, hem de babasının ölümünden sonra amcasının koynuna girebilen annesinin soyundan gelmesini…) bir aşamadan sonra çevresini ölümüne ‘kurutan’ Hamlet karakterini elde etmiş oluruz: çağdaş bir mizacı.

Hayatı, hayatın içinde olup bitenleri anlamaya çalışan ama bu arada bir ölünün üzerinden ölümün kendisini kavrama derdine düşen çağdaş bir Hamlet.Çağımıza bu oranda yakışan, yakışmak ne kelime, düpedüz ‘çağımızın ruhu’nu temsil eden Hamlet’i, günümüzün bir Danimarka prensi veya asilzadesi varsaysak ve kendisini Freud’un ’emin’ ellerine teslim etsek acaba sonuç ne olurdu

 ‘Oidipus Kompleksi’ Kompleksi

Herhâlde ilkin belirgin bir olgudan hareket ederek işe başlardı Freud. Saf saf, babasının hayaletiyle konuştuğunu Freud’a söylediğinde Hamlet’i hayal görmekle itham etmez miydi? Bu hayali sorguladığında da, büyük olasılıkla “evrensel bir mahiyet taşıdığını” söylediği Oidipus Kompleksi çıkacaktı karşısına.

Hayal görme ile suçluluk duygusunu birleştirdiğinde ise (Çünkü Freud’a göre suçluluk duygusu, çocuklukta yaşanmış durumların bilinçdışına itilmesiyle oluşur.) birçok insan davranışını açıklamakta bir sihirli değnek gibi sarıldığı Oidipus Kompleksi tanısını pekiştirecekti.

Acaba Oidipus Kompleksi, Hamlet için ne kadar yerinde bir tanı? Çünkü söz konusu rakip, baba değil üvey baba. Üstelik Avrupalılar’da üveylik kurumunun bizdeki kadar güçlü bir kabul görmediğini de hesaba katarsak, Freud’un bu en ünlü formülasyonundan şüphe etmesini beklemek hakkına sahip olmamız beklenebilir.

Freud’un Hamlet’i bir nevrotik olarak görmemesi de olanaksızlaşır: “Fakat [Freud] Hamlet’i farklı bir biçimde ele almış ve bu kompleksi [Oidipus Kompleksi] Shakespeare’in bilinçdışına mâletmiş, Hamlet’in karakterinin ve duraksamalarının gerçek yaşamdaki gibi olduğunu göstermiştir. Hamlet’in (Leartes, Rosencrantz ve Guildenstern olgularında eyleme hazır oluşunun tersine) duraksamasını, vicdan azabını (suçluluk), Ophelia’ya karşı soğukluğunu, cinsellikten tiksinmesini ve son perdedeki yıkıcılığını açıklamada Oidipus kavramını kullanmıştır.” (Norman N. Holland, Psikanaliz ve Shakespeare, Çev.: Özgür Karaçam, s. 84-85, Gendaş Kültür, İstanbul, 2002).

Nefretin Kardeşi Sevgi

Acaba Hamlet babasının ölümünü bir dönemler içten içe istemiş ve bu talep başkalarının eliyle gerçekleştirildiğinde, gerçeğin acıtıcılığına dayanamayarak bu isteği tersine dönüşmüş olabilir mi?

Bir zekim olarak Freud’un, Hamlet’in deli rolüne soyunduğunu gözden kaçıracağını sanmıyorum. Peki ama Hamlet, bizim anladığımız ve makul karşıladığımız gibi, babasının öldürülmesinden sonra sıranın kendisine geleceğinden korktuğu için mi bu numaraya başvurmuştur, yoksa bu seçimin arkasında başka kimi psişik etmenler mi aramak gerekir? “Her nevrozun temelinde kötüye kullanım konusu yapılmış sevi yaşamından bir parçanın saklı yattığına inancımızın, psikanalitik tedavi sürecindeki bu olayla sarsılmaz biçimde pekiştirilmiş olması gerekir sanırım. (…) Psikanalitik tutkunluk bütün vakalarda benim anlatmaya çalıştığım gibi açık seçik ve keskin çizgilerle açığa vurmaz kendini. Peki ama niçin? Çok geçmeden bunun nedenini anlarız. Hastadaki tutkunluk o tam anlamıyla cinsel ve düşmanca taraflarını ne kadar dışa vurmak isterse, hastanın içinde bu dışavurumlara karşı o ölçüde bir direniş kendini belli eder.” (Sigmund Freud, Amatör Psikanalizi, Çev.: Kâmuran Şipal, s. 63, Bozak Yay., İstanbul, 1974).

Ölümün kucağında

Freud’un Hamlet’e yönelik varsaydığımız psikanalitik yaklaşımının arka plânını kavrayabilmek için onun ruhun yapısı hakkındaki sözlerine bakmak gerekir. Freud’a göre ruhi yapı (topik) üç kademeden oluşur: bilinçdışı, yani örtülü ruhi dürtüler; bilinç ve ahlâk kurallarının bütününden oluşan toplumsal model. Freud’un ifadesiyle bu üç topik; o, ben ve üstben’dir. Hamlet’te gördüğümüz tereddütün arkasında da bu üç topiğin çatışması yatmakta.

Öteki karakterlerin arasında en çok Hamlet, gelişmeler karşısında hızlı ve yerinde tepkiler vermektense, yani gerektiği anda gerekeni yapmaktansa, seçenekler arasında bocalar; karar verdiğinde bile zorunlu adımları atmakta zorlanır. Hatta bu kararsızlığı bir yıkım abidesine dönüşür: babasının katilini öldüremediği için, çevresindekileri ölüme sürükler. Fakat asıl düşmanla yüzleşmekten sürekli geri durur. Freud’a göre bu tavrın arkasında da bir çeşit uzlaşmacı yaklaşım aranabilir: “İlkel kavimleri, düşmanlarına karşı son derece zalim ve acımasız olarak nitelendirenler, bu kavimlerde, bir insanın, tabu adetlerinin bir bölümünü oluşturan bazı kurallara uyulmadan öldürülemeyeceğini öğrenince pek şaşıracaklardır. Bu kuralları, gerektirdikleri işlere göre, kolayca dört gruba ayırabiliriz: 1. öldürülen düşmanla uzlaşma; 2. bazı sınırlamalar; 3. öldürme işinden sonra yapılacak bazı istiğfar ve arınma eylemleri; 4. bazı seremoni uygulamaları.” (Sigmund Freud, Totem ve Tabu, Çev.: K. Sahir Sel, s. 58, Sosyal Yay., İstanbul, 1996). Buradan hareketle Freud’un, Hamlet’in amcasına karşı tavrını ve onca gidip gelmelerle örülü tereddüdünü bir punduna getirme beklentisi diye değerlendirebileceğini söylemek mümkün.

Öte yandan ölmüş baba, hem hayatını, hem iktidarını, hem de karısını yitirmiştir. Hamlet de! Baba, tamamen kendi iradesi dışında, ‘kaderin bir cilvesi olarak’ bu kayıpları yaşamışken Hamlet, kendi iradi davranışları sonrasında müstakbel karısını, gelecekteki iktidarını ve ‘şimdi ve burada’ki yaşantısını yitirir.

Öldürülen babanın kendisine görünen hayaleti tarafından üstlenilen görev ilginçtir: dedektiflik ve intikam. Yalnızca yalanların konuşulduğu bir dünyada, gerçeğin, yalnızca gerçeğin izini sürmek… Ama biteviye ve üstelik ölümüne. Bu açıdan “Hamlet’in dini (başka bir ifadeyle dünya görüşü) nedir?” sorusuna bugün için verilecek en doğru karşılık gerçeğe taparlık olsa gerek. Son 300 yıldır bilimde ve özellikle teknolojideki gelişmelerin arkasında yatan etmen: yeryüzünün sırrı ne? Hamlet’in tam burada bir fazlalığı var: yeryüzünü de, gökyüzünü de kapsayan, görüneni de, görünmeyeni de içine alan hayatın anlamı nedir?

Sanıldığının tersine Hamlet’in asıl derdi, babasının katilini bulmak değildir. Belki bu, başlangıçta kendisine yön veren ilk çıkış noktasıydı fakat Hamlet’i Hamlet yapan asıl sorusu insanı anlamaktır; insanı anlamak ise hayatı anlamanın cümle kapısıdır. Çünkü insan, ancak hemcinsini aşarak, nesnesiz bir biçimde ‘insan’ı kavradığında Hegel’in ifadesiyle ‘metafizik ürperti’ye yakınlaşabilir. Metafizik bir dünya görüşü/hayat anlayışı ise klasik trajedinin vazgeçilmezi…

Hamlet Freud’un terapi koltuğuna uzanmış olsaydı, edebiyat, tiyatro, sanat ve düşünce dünyasının tanıdığı en ünlü trajik kahramanı hâline de gelmeyecekti. Belki terapi süreci sonrasında suçluluk duygusundan da, gerçeği araştırma takıntısından da, hayatın sırrının sorgulama ısrarından da vazgeçecek; buna karşın çok daha sıkıntısız bir yaşantı sürecekti.

Sıradanlaşacaktı.