II. Dünya Savaşı sonrası en şiddetli saldırı ve katliama 1992 yılında Bosnalı Müslümanlar maruz kalıyordu. Bosna, bizim açımızdan Balkanlardaki son Müslüman ve Türk varlığını temsil ediyordu fakat ekseriyet itibarıyla Balkanlardaki varlığımızı çoktan unutmuştuk. Bütün bir 20. yüzyıl boyunca içe kapanık bir hayat yaşamamızın bunda etkisi büyüktü. 1918’den sonra ortaya çıkan şartlara salt kendi varlığımızı koruma kaygısıyla cevap verdiğimizden yakın coğrafyamızın sorunlarına bigâne kalmış, terk ettiğimiz topraklarda kalan Türk ve Müslüman varlığını unutmuştuk.
Yakın coğrafyamızda 1980’lerin sonundan itibaren başlayan çözülme Türkiye’de tarihine yabancılaşmamış kesimlerde tepki uyandırıyordu. Farklı ideolojik gruplar, yakın coğrafyamızda meydana gelen çözülmelere tepkisiz kalmanın ötesinde ya ideolojik körlüğün sonucu Müslüman dünyanın karşısında yer alıyor ya da bütün gelişmeleri Batı değerlerinin mutlak otoritesi altında oryantalist bir bakışa kurban ediyordu. Türkiye’de İslamcıların yükselişini bu tepkiler çerçevesinde de ele almak gerekir. İslamcılar bütün bir Müslüman dünyanın sorunlarıyla yüzleşmeye çalışıyordu. 1918 sonrası oluşan Türklük ve Müslümanlık karşıtı yapıya yeni bir itiraz dile getiriliyor ve bu da Türkiye’de karşılık buluyordu.
Bosna’da 1992’de başlayan katliam Türkiye’de ciddî bir yankı uyandırmıştı. Bu yankının oluşmasını sağlayan birçok sebep vardı fakat Bosna Müslümanlarıyla fiilen ilgilenmek sadece İslâmi hassasiyete sahip insanlara kaldı. Nedense bu durumun üzerinde hiç durulmadı. Sanki olması gereken bu imiş gibi kabul edildi. İdeolojik körlüğü ve Batı değerlerinin mutlak otoritesini kabul etmiş kesimler, Türk ve Müslüman dünyaya sağır kalmakla yetinmiyor, bu dünyanın sorunlarıyla ilgilenenlere karşı Batılı bir dil kullanmaktan çekinmiyordu.
Bugün Türkiye’de kutuplaşmadan, gerilimden bahsedenler aslında ikiyüzlü bir davranış sergiliyor, uzun soluklu analiz yapmaktan kaçınıyorlar. Türkiye’deki mevcut gerilimi son derece dar alanlara sıkıştırarak izah etmek doğru bir davranış değildir. Çünkü yaşadığımız gerilimlerin kökleri başka yerdedir ve ona göre analizler yapılmalıdır. Bir iki günlük yapay ortamlara göre sosyolojik analiz yapılamaz.
1990’larda karşımıza çıkan büyük siyasî çalkantıları sadece yukarıda andığımız gruplar yanlış değerlendirmedi. Onların dışında İslâmî hassasiyetlere sahip kesimler arasında bile tam bir fikir birliğinden bahsedilemedi. Mesela, sonradan Zaman gazetesinde çok etkili mevkilere gelmiş ve 15 Temmuz Darbe Girişimi’yle ihaneti tescillenmiş biri, Ege Üniversitesi’nin bir kantininde Bosna Savaşı’nı kast ederek “bu dönemde şehit olmak ahmaklıktır” diyebiliyordu. Coğrafyamıza karşı yabancılaştırıcı tavır, sadece Fetullahçılara özgü sapkın bir zihniyetten doğmuyordu.
1992’nin sonlarına doğru Bosna ile alakalı bir panelde saygın bir bilim adamı, “Bosna’nın kurtuluşu için önce Mekke ve Medine’nin kurtarılması gerekir” fikrini öne sürmüştü. Devrin zihniyet durumunu göstermesi açısından bu fikrin dile getirilmiş olmasını önemsiyorum. Zira benzer yaklaşımların farklı olaylarda tekrar gündeme geldiğine tanık olabiliyoruz. Aslında saygın bilim adamı, fiilî olarak karşımıza çıkan sorunlar yumağı karşısındaki acziyetini dile getiriyordu. Onun zihin dünyasında bir düzen vardı ve gelişen hadiselerin bu düzen açısından bir önemi yoktu. Buna “zihinsel konformizm” diyoruz. Göreceli olarak parlak bir fikirle Bosna’da cereyan eden ve daha sonraki yıllarda doruk noktasına ulaşan büyük bir yıkımı Mekke ve Medine’nin kurtarılmasına tahvil etmek zihnî bir kaçıştan başka bir şey değildi, psikolojik bir tepkiydi.
Bahsettiğimiz saygın bilim adamı hakikaten kötü niyetli değildi. Panel ortamında kendisine ve dinleyicilere Bosna’dan, yani savaşın içinden aktarılan umut dolu bilgiler karşısında heyecanlanmış, muhtemelen kısa bir zaman zarfı için olsa da bir uyanıklık sürecini yaşamıştı. Ne yazık ki tasvir etmeye çalıştığımız bu örnek durum, hâkim bir zihniyet biçimini temsil ediyordu. İdeolojik körlük, Batılı değerlere mutlak itaat ve zihinsel konformizm 90’lı yıllarda etrafımızdaki kuşatmanın kırılmasını engelledi.
Oysa Türkiye, 1990’ların başından itibaren bir yol ayrımındaydı. İslâmcılar bu dönemde Türk ve Müslüman dünyanın sorunlarıyla yakından ilgileniyorlardı. Fakat yukarıda belirttiğimiz gibi 1918’den sonra yaşanan içe kapanma, bilgi eksikliği gibi bir engeli aşmak zorundaydılar. Coğrafya hassasiyetine sahip insanlar arasından Bosna’ya ve diğer sorunlu bölgelere giderek sorunları yerinde görme ve tanıma gayretinde olanların sayıları giderek arttı. Fakat bu kişileri “cihatçı” parantezine sıkıştırmak tam bir cehalet örneği oldu. Çünkü aynı zaman diliminde masa başı çalışmalarıyla yukarıya doğru tırmananlar el üstünde tutuluyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse sorun üretebilecek (!) kimseler istenmiyordu. FETÖ de tam olarak buradan nemalandı. Hem seksenli, hem de doksanlı yıllarda “iyi çocuklar” imgesi FETÖ’yü besleyen en önemli damardı. Hem devlet, hem siyaset, hem de din açısından FETÖ’nün doğurabileceği sorunlar az çok bilindiği hâlde kimse sorumluluk üstlenmedi. 90’lı yılların başından itibaren süreç doğru yönetilseydi bugün yakın coğrafyamız üzerine konuşabilecek birçok uzman yetişmiş olurdu.
Geç kalmak, hazır olmamak, fark etmemek bir mazeret olabilir. Fakat arkasına sığınılacak bir siper değildir. Eğer bunlar, bugünden yarına yapmamız gerekli olanlar için bir uyarı vazifesi görürse o zaman doğru bir yoldayız demektir. Fakat bir yılgınlığa sebep olacak şekilde dile getiriliyor ve bizim için aldatıcı psikolojik bir tepkiye dönüşüyorsa, o zaman zihnen uyanmamışız demektir. Bilmek önemlidir.