II. Mahmut Gazi mi, Gâvur Padişah mı?

Besteci, şair, hattat bir padişah: Sultan II. Mahmut.

31 yıllık padişahlığıyla en uzun süreli yöneticilerden biri… Besteci, şair, hattat… 1 Temmuz 1839’da öldüğünde arkasından ağlayan kaç kişi vardı acaba? Bu sorunun karşılığını tam olarak bilemeyeceğiz ama halkın kendisine taktığı ad bize bir fikir verebilir: Gâvur padişah.

Kendinden önce Batılı ressamlar, sultan resmi çizerken, ancak elçilerinin aktardıkları ve düş güçleriyle yetinmek durumundayken, Fatih’ten sonra ilk kez o bir ressama poz verir. O güne değin atalarından devralınan miras gereği gâvur denilen Avrupalı’yı küçümsemek bir yana, âdeta baş tacı bile eder. Dahası, Batılaşma hareketlerini zirveye taşır. Kılık-kıyafette ilk ciddi değişiklikleri gerçekleştirir. Askeriyeyi halkın gâvur dediği insanlarınkine benzetir. Başta tıp ve askerlik olmak üzere eğitimi Batılı normlara uydurur.

Artık yüzyılların tahkir edileni, şimdi ideal model…

İşte o yüzden gâvur padişahtır halka göre.

Acaba Sultan II. Mahmut’u böyle davranmaya sürükleyen yaşadığı dönemin şartları mı?

Napoleon Fransası’ndan sonra dünyanın en güçlü iki devleti durumundaki İngiltere ve Rusya ile savaş hâlindeki Devlet-i Âl-i Osman, aynı zamanda Kabakçı İsyanı ile handiyse bir de iç savaşın eşiğinde. Ülkede, Enderun’undan ulemasına değin ne kadar toplum katmanı varsa tümünün bir biçimiyle bir şeylerden rahatsızlığı ayyukta: Ulema ve halk, Yeniçeri’den bıkmıştı ama onun yerine kurulan Nizam-ı Cedid ordusundan, onca başarısına karşın yine de rahatsız. Çünkü bu ordunun askeri küffar gibi pantolon giymekte, küffar gibi ata binmekte ve küffar gibi kılıç kuşanmakta halka göre. Bir yanda kendisini haraca kesen, Devlet-i Aliyye’nin hazinesini ulûfe adı altında yağmalayan Yeniçeri, öbür yanda kılıç salladığı düşmana benzeyen Nizam-ı Cedid…

Kastamonulu Kabakçı Mustafa adlı bir neferi reis seçen bir kısım Yeniçeri kazan kaldırır ve Kaymakam Köse Musa’nın denetiminde yönetime el koyar; 29 Mayıs 1807’de hâl’ edilen III. Selim’in yerine, amcaoğlu IV. Mustafa’nın tahta çıkmasını sağlar.

Şartlar beklenmedik biçimde ters… Bakalım.

İhtilâlciye aman yok

Topkapı Sarayı’ndaki dairesine çekilen ve hiç erkek evlâdı olmayan sâbık padişah, öz oğlu gibi sevdiği, üzerine titrediği, selefinin kardeşi Şehzade Murat’ın eğitimiyle ilgilenmeye vakfeder kendini.

Osmanlı’nın geleneklerinden biri de, yeni hükümdarın, eski hükümdarı deviren ihtilâlcileri ilk fırsatta yok etmesi… Bunu bilen asiler, üç gün sonra, devletin tarihinde görülmemiş ve bir daha görülmeyecek bir anlaşma yapmayı başarır: Yeniçeri artık devlet işlerine karışmayacak; buna karşılık III. Selim’in devrilmesinin de sorumlusu tutulmayacak.

Âlemdar Mustafa Paşa gibi III. Selim yandaşları bu gelişmelerden rahatsız. Nihayet 13 Temmuz’da yeni bir darbeyle Kabakçı’nın iktidarına son verir ve Çelebi Mustafa Paşa’dan sadaret mührünü zorla alır. Ordusuyla Topkapı Sarayı’nı kuşatır ve IV. Mustafa’yı hâl’ ederek yerine III. Selim’in yeniden tahta geçme isteğini ifade eder. Bunun üzerine Sultan IV. Mustafa, padişahlığını sağlama almak için, kardeşi Şehzade II. Mahmut ile III. Selim’in öldürülmelerini emreder.

Çoktan kendi dünyasına çekilmiş III. Selim, odasında ney üflemekte.

İçeri girenlerin niyetini anladıktan sonra neyinden medet umması boşuna. III. Selim’in dairesinin kuşatıldığını öğrenen II. Mahmut, koruyucusunu korumaları için üç ağasını gönderir ama ne fayda… Artık sıra, kendi kellesini kurtarmaya gelip dayanmıştır. Elinde kılıç, iki ağasıyla bekleyen şehzadenin hizmetçilerinden Cevri Kalfa, mangaldaki kızgın külleri kürekleyip şehzadeyi katletmeye gelenlerin üzerine boca eder. Bu bir-iki dakikalık süreden yararlanan şehzade, fırlatılan bir hançerle yaralanmış olmasına karşın bacadan dama, oradan da sarayın avlusuna çıkmayı başarır. Artık saltanat sırası ondadır.

Belki de bu şartlar altında saltanata başladığından II. Mahmut, o güne değin atalarının devleti idame adına yaptığı her ne varsa tersini yapmış, buna karşın ne icraatları açısından, ne de gerçek kişiliği bakımından hakiki tarihçilerin emeğiyle gün yüzüne çıkarılabilmiş bir karakter değil.

Esamisi okunmamak

I. Abdülhamit’in Nakş-ı Dil Valide Sultan’dan olma, 20 Temmuz 1785 doğumlu 23 yaşındaki 30. padişah, Osmanlı tarihini Cumhuriyet’in hatırını gözeterek tefsir eden tarihçilere göre Kanuni’den sonra en büyük sultan.

İlk işlerinden biri, Nizam-ı Cedit ordusunu Sekban-ı Cedid adı altında yeniden kurmak. Esame denilen ve ulûfe almaya yarayan Yeniçeri cüzdanları, adına düzenlenen asker öldükten sonra bile yakınlarının eline geçtiği, hatta yüz yıl önce ölmüş birine maaş ödenmeye devam edildiği için, toplayabildiği kadar esameyi toplatıp imha ettirir. Bu işi, yakın zamana değin koruyucuları belledikleri Âlemdar Mustafa Paşa’dan bilen ve zaten IV. Mahmut’un yakınlarınca kışkırtılan Yeniçeriler, tekrar ayaklanır ve Âlemdar bu arbede sırasında ölür. Kendisini öldürtmek isteyen ağabeyini öldürmekten çekinen padişah ikna edilir ve IV. Mustafa, bir kuşakla 15 Kasım gecesi boğularak öldürülür.

Hızını alamayan isyancıların yeni hedefi, başka bir Osmanoğlu kalmadığı hâlde bizzat padişah…

Bu kez, yine sarayın önünde kanlı bir çarpışma: bir yanda Yeniçeriler, öbür yanda yeni kurulmuş Sekban-ı Cedid… Zaten Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmayı kafasına yerleştirmiş padişah için bundan iyi fırsat çıkamazdı. Donanma-yı Hümayun’un hedefi Yeniçeri Ocağı’ydı. Üç binden fazla Yeniçeri’nin öldüğü iç savaş, ulemanın aracılığıyla biter ama Yeniçeri’nin devletin bünyesinde açtığı yara kapanır gibi değildir.

İç savaşı, zaten kapıda bekleyen Rus savaşı izler. Üç yıl süren savaşta kazanan yoktur; sonuçta kısa süreliğine de olsa imzalanan anlaşmayla Osmanlı rahat bir nefes alır. Bu arada Vehhabiler, savaşı fırsat bilip Arabistan’da ayaklanmış ve çapulculuğa başlamışlardır bile. 19 yaşındaki Mehmet Tosun Paşa komutasındaki Türk birliklerinin Vehhabiler’i Mekke, Medine ve Hicaz’dan kovması üzerine II. Mahmut gazi unvanını alır.

Vak’ayı Hayriye dedikleri

Bizans İmparatorluğu’nu yeniden kurma niyetindeki Yunanlılar da 12 Şubat 1821’de ayaklanır. Kaptan-ı Derya Nasuhzade Ali Paşa komutasındaki Türk birliklerinin isyanı bastırması üzerine Lord Byron ve Victor Hugo gibi şairler, Beethoven gibi müzikçiler ve ressamlar, Türkler’in barbarlığını anlattıkları ve Yunanlılar’a mersiyeler düzdükleri ağıtları yakar.

Gazetecilerin de çanak tutmasıyla Avrupa’nın her türlü desteğini alan Yunan asileri yeniden eyleme geçerler ama bu kez isyanı bastırır gibi olmak bile üç yıl alacaktır. Yeniçeri’nin bu başarısızlığını fırsat bilen ve zaten 17 yıldır böylesi bir fırsat kollayan II. Mahmut, 25 Mayıs 1825’te Eşkinci Ocağı adıyla yeni bir asker birliğinin kurulacağını açıklar. Avrupa tarzı eğitim görecek sekiz bin kişilik bu ordunun Yeniçeriler arasından seçileceği haberi de ortalığa yayıldığı için muhtemel bir isyanın önü alınır.

Gerçekten de 11 Haziran’da yeni asker ocağı, Avrupa tarzı üniformalarıyla talime başlar. Bunu duyan Yeniçeri, beklenen tepkiyi verir ve kazan kaldırır. Son yüz yıldır devşirme olmayanlardan müteşekkil Yeniçeri Ocağı’nın son kazan kaldırmasıdır bu. Aynı günün akşamı yirmi binden fazla Yeniçeri tutuklanmış, altı binden fazlası da öldürülmüştü. Takvimler 16 Haziran 1826’yı gösterdiğinde yeryüzünde 465 yıllık mazisi olan Yeniçeri Ocağı diye bir şey kalmamıştı.

Halkın büyük nefretini çeken Yeniçeriler’den hiçbir işaret kalmasın diye, bu arada ne yazık ki ünlü Mehteran Bölüğü de yok edilir. Artık gün, Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nindir.

İlk kez bir isyanın bastırılmasına katılan halk, bu olaya Vak’ayı Hayriye der.

İlk kılık-kıyafet ‘devrimi’

Padişah II. Mahmut, kendi eseri ordusunun üzerine titremektedir. Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin beklediği düzeye geldiğine kanaat getirdiğinde ilk yaptığı iş, bir kılık-kıyafet kanunu yayınlamak… 3 Mart 1829 tarihli bu kanuna göre, ilmiye sınıfı hariç bütün devlet memurları kavuk, sarık, şalvar ve cübbeyi atacak; fes, ceket ve pantolon giyecektir. Memurlarına öncü olmak isteyen sultan, tüm devlet dairelerine resmini astırmaktan da çekinmeyecektir.

Halkın dehası, devlet ana saydığı bu makamdaki inkılâpları gereğince değerlendirmekten geri durmaz. O, her zamanki keskin görüşüyle hemen teşhisi koyar bu işe: gâvurluk. Bu işe öncü olana da gereken adı takmaktan kaçınmaz: gâvur padişah.

Şimdi burada biraz duralım.

Yöneticisi olduğu devletin bekaı için şahsi ömrünü feda etmek üzere doğduğuna inanmış ve gâvura kılıç sallamak için yetiştirilmiş, İslâm’dan başka bir paye taşımayan ve İslâm’a bir paye katmak için kılıç taşıyan bir padişaha nasıl olur da gâvur denilir? Eğer denilmişse, bu halkın aklını peynir ekmekle yediği anlamına mı gelmekte yoksa peynir ve ekmeğe katık edecek bir aklı olmadığına mı?

İkisi de değil.

Dünyanın gördüğü en muhteşem birçok askeri, idari, ilmi, sınai ve sanat değerlerini, dünyanın tanıdığı epey ahlâk niteliklerini bünyesinde barındıran Osmanlı Devleti’nin neredeyse son üçte bir süresinin tarihini yazanların elini kolunu bağlayan, Osmanlıca bilmemelerinden başka etmenler de var. Bunlardan biri de, hâlâ gerçek tarihi yazılmayan, (belki de yazılamayacak) Masonluk.

Masonluk’un Osmanlı sultanları arasında kendisine bende bulacak denli İslâm topraklarında yayılması daha gerilere götürebileceği hâlde, bu alandaki ilklik, III. Ahmet’e ait kabul edilir. Masonluk’un İslâm topraklarında kendisine nefes hakkı bulmasının birçok başka zorluğunun yanında, sultanlar açısından şöyle bir zorluğu daha var: Masonluk kavramı Osmanlı topraklarına girdiği ândan itibaren sultanlar gerçekten iki ucu da keskin ve zehirli bir kılıç kuşanmak zorunda kalmışlardır. Ya ‘muasır medeniyetlerin seviyesi’ne çıkmayı ilke edinecek ve halk tarafından gâvur diye tanımlanmayı sineye çekeceklerdi ya da İslâm topraklarını bakir tutmayı ana hedef belleyecek ve muasır medeniyeti temsil eden ülkeler veya onların yerli işbirlikçileri Masonlar tarafından, hem yaşadıkları dönemde, hem de tarihçiler tarafından müstebitlikle yaftalanacaklardı. İkincisini seçenlerin en ünlüsü şimdilerde bile Kızıl Sultan diye anılan II. Abdülhamit; ilkini seçenlerin en tanınmışı ise II. Mahmut.

Avrupa’ya benzeme ideali

Sultan II. Mahmut’un Avrupalılarca büyük sayılmasının sebebi icraatlarına dönelim.

Damadı Müşir Paşa’nın bir sözü var: “Avrupa’ya benzemezsek, Asya’ya çekilmeye mecbur kalırız!”

Petersburg büyükelçiliğinden döndüğünde kaptan-ı derya olarak yeni kurulmuş Avrupai donanmanın başına geçirilen paşanın bu sözü doğrultusunda Sultan II. Mahmut, saray teşkilâtını bile dağıtır ve onu da yeni Frenk teşkilâtına benzetir. İdari yapıyı, bu yapıdaki ad ve sıfatları değiştirir; tümü de Avrupa’daki gibi…

Daha neler neler yapar Sultan II. Mahmut… Takvim-i Vekayi adıyla bir gazete kurdurur, Batı müziğini teşvik eder, hatta saraya piyano aldırır. Ünlü besteci Donizetti’nin ağabeyini getirtir ve Donizetti Paşa adıyla Mızıka-yı Hümayun’un başına geçirir. Birçok memur için Fransızca’yı şart koşar. Bugünkü harbiye ve tıbbiyenin esası okulları açar ve oradan yetişenlerin elinden, Tanzimat Fermanı’nı açıklayan insanların yetişmesini sağlar.

Peki, bunca değişiklik neye yarar?

Bu sorunun cevabı, sizin tarih bilincinize bağlı.