Sanatta isabet tefrikle başlar. İfade ile kavileşir. İfadedeki kuvvet ve kudretin barındırdığı etkileyicilikle de taçlanır.
Bir düşünün, bütün çiçeklere çiçek diyen bir hikâye yazarı tasavvur edebiliyor musunuz? Türkiye gerçeklerinden hareket etmeden tasavvura girişmek şartıyla elbette. Bütün balıklara balık diyen bir şair, ne kadar şairdir acaba? Renklerin tonlarını ihmal eden bir ressam tasavvur edilebilir mi? Yahut sesler arasındaki benzerliklere kapılıp giden bir musikişinas; tefrik etmesi mecburiyken…
Aydınımız geçen yüzyılın son çeyreğinde ‘nüans farkı’nı icat etti meselâ; edebildi. Mizah değil bu. Ve bu mizaha küçücük bir kişisel katkıda bulunmuştum: nüans farkı ayrımı…
Çevrenize bir bakın, insanların bu minvalde ikiye ayrıldığını göreceksiniz: nüans, fark ve ayrım arasında set çekmeye çalışanlar ile nüans, fark ve ayrımı bir ve aynı görenler. Mesele, her iki tarafın arasında da taraflık bakımından bir farklılık tespit edilemeyeceğini görebilmekte.
Hâlbuki sıradan bir dikkat bile bebeğin ilk tefrik evresinde anası ile babası arasındaki ayrımı gözetebildiğini, ardından annesini öteki kadınlardan ayırabilmesine karşın henüz babası ile öteki erkekler arasındaki farkı kavramadığından, gördüğü her erkeğe baba tavrı takındığını, nihayet vakti zamanı geldiğindeyse bu dört farklı şeyi birbirinden kesinkes ayırabildiğini gözler.
Farkı görememek
Ne ki bu bebek büyüyüp de Türk aydını diye anılmaya başlandıktan sonra, sahte ile hakiki arasındaki bütün sarahati yitirir: Küçük tuhaflıkların adamına büyük sanatçı der; büyük işlere sıvananı da ameleyle bir tutar. Siyasi kabullere, çoğun da hayat tarzına yaslanır gerekçelendirmeler: Cumhuriyet’in doğurduğu enkazı işaret edenler, meseleyi Batılılaşmaya yaslayanlar, meseleyi ‘yanlış Batılılaşma’ ile irtibatlandıranlar; dinden uzaklaşmayı asıl sebep sayanlar, yeterince çağdaşlaşamamayı gerekçe gösterenler filân…
İşin ilginci, aydınımız, özellikle fikirde ve sanatta kalıp ile basmakalıp, kolpa ile asli arasında da bir türlü isabetli kararlar veremez. O yüzden ya tanrının kürsüsünün hemen yanıbaşındadır sanatçının makamı, (Buradaki Hristiyani ikonografik bakış açısını gözden kaçırmayalım lütfen.) yahut da gayya kuyusunun katranları arasında. Sanat ise ancak dava için işlevselliği oranında mühim…
Yetenekte isabet, hakikide isabet, doğruda isabet, güzelde isabet, geçerlide isabet, tutarlıda isabet…
Bütün bu hususlar, Cumhuriyet dönemi aydınının baskın çoğunluğunu hedefi ıskalamaya taşıyan sahalar… Ah bir de kendisine sorsanız: Giyom Tell de okçu muymuş?
Bugünün Yahya Kemal’i
Bırakalım Fuzuli’yi, Baki’yi, Itri’yi, Sinan’ı, Dede Efendi’yi… ve hatta Şeyh Galib’i, kendi zamanının çoksatar romancısı Ahmet Mithat dahi bize ne kadar uzak! Eserindeki incelikleri, yenilikleri, çağdaşlıkları, zamanını aşan niteliklerini keşfetmek, gereğince içselleştirebilmek büyük iş.
Yüz yıl öncemizi kavramakta niçin böyle zorlanmaktayız acaba? Dildeki sadeleştirme mi bunun sebebi? Acaba? Yoksa başka kayıpların doğurduğu bambaşka bir zihni ve ruhi çölleşmeyi mi kabullenmek durumundayız gerekçe diye? Kendimizi daha iyi hissetmenin başka bir yolu yok mu acaba? Ya eski şiirin rüzgârını arkasına alma gayretindeki Yahya Kemal?
Düşüncelerini Namık Kemal’in tereke artıklarından derlemiş, üstelik meseleleri onun kadar sahici kavrayamamış, onun denli samimileştirememiş, kanına karıştıramamış bir düşünür düşünün. Onun düzeyinde garbı fethe müyesser olamamış üstelik; şarklılığı da ona göre arada-derede hem de.
Bir şair düşünün, şiiri Abdülhak Hamit’in şiirinin yanında, çınar altında filizlenmiş muşmula tadında. Hak yemeye gerek yok: muşmula olmasına muşmula ama… öteki de şairi azam canım!
Yahya Kemal ve Necip Fazıl
Türk siyaset sahnesinde neler neler gördük, kimbilir neler neler daha göreceğiz. Edebiyat ve sanat sahnesinde de. Fakat şahsen, düşüncede Namık Kemal’in mahallesinin yakınından şöyle bir geçmiş bir fikir kumaşının, şiirde Abdülhak Hamit’in kokusunu yakalayabilmek için hacı yağına kolonya katmayı marifet saymış bir Yahya Kemal niçin var, bir türlü anlayabilmiş değilim.
Meseleye dil düzeyinde baktığımızda dahi kendimizi teselli edebilir miyiz acaba? Doğru, fikirdeki ve şiirdeki üstatlarının dilini Cumhuriyet neslinin anladığını sanması bile olanaksız.
Öyleyse Necip Fazıl’a ne demeli? Onda dil engeli de yok üstelik.
İlkin sanat açısından bakalım: biri aruzun son nefesi; amenna. Ama öbürü de hecenin son zirvesi. Hem sanat zevki bakımından ikincisi daha şanslı olmak durumunda.
Fikir açısından baktığımızda ise Necip Fazıl, tahfif ederek söylüyorum, Namık Kemal’in eteklerde bıraktığı fikri Athos Dağı’na çıkaran adam.
Fikirde ve sanatta, öncesinde ve sonrasında kuşatılmış bir adam, ne diye birileri tarafından spot ışıklarına boğulur? Bu sorunun cevabını sanatta da bulamayız, fikirde de. Bu cevabı bir tek siyasette buluruz. Üstelik daha çok taşra siyasetinde.
Taşrada siyaset çevreye göredir çünkü. Çevre şartlarına.
Bugünden bakınca
İşte o çevrenin adı sağdır. Batı’daki anlamıyla değil de, Cumhuriyet Türkiyesi’ne özgü yapılanmaya göre sağ. Solun yemek artıklarını karıncalarla paylaşan, gizli veya açık ona özenen, oradan en küçük bir nezaket cümlesi kopardığında veliaht prensten evlenme teklifi almış taze gibi renkten renge giren bir sağ bu.
Yahya Kemal resmen şairdir; resmiyet kazanmış şair.
Resmi akıl, İslâmcılık’ın ve milliyetçiliğin, aynı zamanda Batıcılık’ın da mimarı Namık Kemal’i peçeledikçe yahut “kötü piyeslerin yazarı” diye takdim ettikçe; fikir haysiyetinin ve temiz Türkçe’nin prensi Necip Fazıl’ı karanlığa gömdükçe yahut bir tek şair tarafını öne çıkardıkça; Yahya Kemal abdurrahman çelebi muamelesi görmeye devam edecek. Suya-sabuna dokunmayan, eski eserlerin ve viranelerin ayak ucunda birbaşına ağlamayı tercih eden, kendisinden siyaset üretilemeyecek ama siyasi açıdan gayet elverişli bir malzeme çünkü Yahya Kemal.
Döneminden sıyırıp baktığımızda, bizatihi değerini de ayrıca anmak durumundayız: Bile-isteye Anadolu Beylerbeyliği sınırlarına kendisini mahkûm etmiş, meselâ Ahmet Haşim gibi, döneminde dünyada şiir adına olup-bitenlere gözünü kapamış, hâlen daha bunun ceremesini yiyen ilginç bir şair mizacı… Doğru, gün geçtikçe büyüyen!
***
Söylediklerimiz Gürültüye Gidecek
Öldüğü gün
Hepimizi işten attılar
Cemal Süreya
Bu dizeleri Cemal Süreya, Turgut Uyar’ın ardından yazar. Aynı zamanda bu dizeler şairin kişiliğini özetler nitelikte biraz da. Nitekim Turgut Uyar şiirin, kişiliğin parçası olduğunu her fırsatta vurgulamakta düz yazılarında, röportajlarında.
Korkulu Ustalık, Turgut Uyar’ın şiir anlayışının izini sürebileceğimiz önemli bir kaynak. Kitabın dördüncü baskısı geçen yılın tarihini taşımakta. Şairin şiir üzerine yazılarının, röportajlarının, açık oturumlarının ve günlüklerinin derlendiği kitap adını, Uyar’ın bir yazısının başlığından alıyor. Elimdeki baskı Ocak 2014 tarihli. Yayına hazırlayansa Alâattin Karaca.
Turgut Uyar, 1960’ta Maya Dergisi’ndeki bir yazısında “Varlık Dergisi, hemen her sayısında Türk sanatçılarıyla birer konuşma yayımlıyor. Birer belge olarak değeri yadsınamaz bu konuşmaların. 50-60 yıl sonra, belki de daha sonra, kuşaklar bugünün sanatçılarının sanat anlayışları hakkında en sağlam bilgileri buralardan edinecekler.” diyor. (s. 298.) Gerçekten bu yayınlar meraklısı için belge niteliğinde.
Şiir sadakadır
Oysa şair “İyi biliyorum. Hepimizin söyledikleri gürültüye gidecek. Herkesin söyledikleri. Herkes gürültüye gidecek şeyler söylüyor demek istemiyorum. Söylemek istediğim, bir yapıtın, herhangi bir yapıtın yazgısının gürültüye gitmek olduğudur.” (s. 570.) diye belirtir bir yazısında. Kimbilir belki de öyle.
Öyle ya bugünlerde kaç kişiyi ilgilendiriyor bu yazılar?
Kitaptaki yazılar yalnızca şiirin sınırlarında kalmıyor kolayca tahmin edileceği üzere. Yazılardaki görüşlerin, tespitlerin, ilkin edebiyatla ve ardından da sanatla irtibatını kurmak mümkün.
Yine yazılarının birinin başlığı “Efendimiz Acemilik” sanat anlayışının genel ölçülerini ifade eder tarzda. Sanatçının ustalığa dair görüşleri tartışma konusu da olabilir. “Artık kendi işi bilen hatta yapacaklarını bir türlü içgüdü ile rahatlıkla, kolaylıkla yapanın yaptığı yaratma değildir, çoğaltmadır. Alışkanlıktır.” (s. 27).
“Şiiri sadaka gibi düşünüyorum. Zamanında verilmelidir korkusu, kaybolma korkusu… (s. 261). Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız, yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız… Şiir bir sanat olayı değildir. Bir yaşama çabasıdır önce. Yaşadığımıza tanıklık eder. Her gün yeni bir dünya içinde, her gün yeniden ve başka etkilerle duygulanan insan, her gün bunları yeni biçimde söylemelidir.” (s. 263) der aynı yazısında şair.
1949’da Kaynak Dergisi’ndeki bir yazısında “Şiire, topluma hizmet ettiği derecede değer veririm.” der. Belki de bu sorumluluk duygusunun getirdiği dürüstlükle pek çok şair hakkında bir şair için şaşılacak derecede isabetli eleştiriler yazar. Örneğin Yahya Kemal hakkında olumlu-olumsuz kritikleri dikkat çekici.
Bir başka yazısında Ömer Faruk Toprak’ın Yahya Kemal hakkındaki değerlendirmelerini yorumlar. Bu yazı aynı zamanda Turgut Uyar’ın divan şiirine bakışına dair ipuçları içerir:
“Bir kişiyi ozan bile olsa, rahat, varlıklı bir yaşam ile suçlandırmak nasıl bir ölçüdür anlamadık? Hepimizin isteği bu değil miydi zaten? Batı’da bir kitabından üç beş yıllık nafakasını çıkaran yazarlara bakıp imrenmiyor muyuz? Yahya Kemal, çalışıp çabalayıp yahut çabalamadan rahat, varlıklı bir yaşamın yolunu bulduysa, bunun ozanlığıyla ne ilgisi olabilir? Hürriyet Gazetesi bir şiirine 250 lira veriyor idiyse suç onun mudur? Ö. F. Toprak, Yahya Kemal’in en iyi şiirlerini bile meyhane müziği güftesi saymakla biraz haksızlık etmiyor mu? Hiç değilse yazısının başında saygıyla andığı geniş yığının, Yahya Kemal’i sevmiş, ona inanmış büyük büyük bir bölümünün beğenisini aşağılamıyor mu?” (s. 277) “Ayrıca kimilerince övülmek onur vermez ozana, yazara, küçültür. Kimilerinin yermesinin eksiltmeyip artıracağı gibi.” (s. 401).
Cumhuriyet Dönemi’nin en önemli üç-beş şairinden birinin şiir üzerine yazıları ilginizi çekmez mi?