Hayatın otopsisi

Edebiyatta polisiye neyse sinemada da korku o.

Gündelik hayattan itinayla çekilip alınmışçasına gerçeksi bir eda içerisinde, basit, zekâvete sırtını yaslayan, kurgulanmışlığını örten, kendi iç mantığına sadık kalarak olay parçacıklarından bir olay bütünlüğüne ulaşmanın mantığını sezdiren, bu yüzden de zihni tatmin eden bir çeşit bulmaca niteliğindeki polisiye, geçen yüzyıla damgasını vurmuş birçok edebiyat dışı dehanın ortak ilgi alanı. Ne ki korku, tür olarak havastan çok genellikle avamın tercihi. Belki de muhatabıyla mental düzeyde bir ilişki kurmaktansa, görünürde daha kolayı, en temel dürtülerimizden birine seslenmeyi tercih ettiği için.

Otopsi (The Autopsy of Jane Doe) 2016 yapımı bir İngiliz filmi. Filmi Andre Orvedal yönetmiş. Brian Cox ve Austin Tilden baba ve oğul rolünde.

Aslında Otopsi, o bildiğiniz korku filmlerinden biri değil. En başta yalın bir korku filmi değil. Gerilim, polisiye, entrika, bilinmezlik, biraz daha ciddiye alındığında kimi metafizik açılımların ipuçlarını da barındıracak bir harman. Hatta filmi izlerken hissettiğiniz baskın duygudan hareketle Otopsi’yi bir gerilim filmi diye sınıflandırmak da yanlış sayılmaz. Bilindiği gibi, muhatabını anlam üretmek üzerinden etkilemeyi amaçlayan Avrupa Sineması’nın zıddına Hollywood Sineması türler üzerine kuruludur ve o türün yıllar içerisinde oturmuş kalıplarından devşirdiği güçle, anlatılan hikâyeyi sırtlanan karakterlerle özdeşleşilme üzerinden parsa toplamayı amaçlar. Bu yüzden de haklı yere, hem Avrupa tarafından, hem de Avrupa kültüründen etkilenen öteki sinema çevreleri tarafından burun kıvrılarak tahfif edilir.

Yenilik yasaktır

Tür kalıplarına ve o türün zamanla oturmuş hazır formüllerinin güvencesine sırtını yaslayan Hollywood Sineması’nın galiba ihmal edilen ilginç özelliklerinden biri de şu husus: Tür sineması, o güvendiği, zamanın imbiğinden geçmiş formülasyonuna müdahale edilmesine müsaade etmez. Başka bir ifadeyle, tür sinemasında, türün kalıplarına hapsolunmuşluğu zorlayacak her türlü yeni fikir dışarıda kalmaya mahkûmdur. Bu yüzden de tür sineması, o büyük emniyet sınırları içerisinde, sağlam fanusunun güvenilirliğinde farklıyı hep dışlar; dışarıda bırakır. O yüzden de korku türünde yeni bir konuya da, yeni bir biçime de pek rastlayamazsınız. Hele hele yeni bir yapı anlayışına… Handiyse hiç tesadüf etmezsiniz.

Otopsi bu minvalde ilginç bir iş olarak çıkıyor karşımıza. Bir kere konusu hayli tahrik edici.

Biçim ve yapı bakımından sırtını sürprize yasladığı yerlerde avamı tatmin etmekte, adım adım artan esrar perdesi koyulaştıkça da gri hücreleri tahrik etmekte.

Adli tıpçı baba-oğul

Tommy ve Austin birlikte çalışan iki adli tıp memurudur. Baba ve oğuldurlar. Aralarında sorun mu vardır? Görünürde yok. Ama annesinin vefatı sonrasında Austin, kız arkadaşının peşinden uzak diyarlara gitmek hayalini kurmaktadır bir taraftan da. Tam bu niyetini babasına açıklayacağı, yani yetişkinliğini perçinleyeceği gece, evlerinin bodrum katındaki morglarına bir kadın cesedi getirilir. Ölüm sebebini araştırmak için yaptıkları incelemede herhangi bir ölümcül işarete rastlamazlar. Genç kadının ölüm sebebi kadar kimliği de belirsizdir.

İkili ceset üzerinde icrayı sanat eylemeye başlar. Ne ki karşılaştıkları her ipucu, yekdiğerini geçersizleştirmektedir. Deliller arttıkça belirsizlik azalacağına koyulaşmaktadır. Belirsizlik ve kaynağı belirsiz tehlike. Çünkü cesedin kimliği, ölüm şekli ve öldürülme sebebi, otopsi derinleştikçe sıradışılığını pekiştirmektedir. Korkunç gerçekler, kapının dışında uzun bir kuyruk teşkil etmiş gibidir.

Bir ölüden ölüme

Testere (Saw) adlı filmin korku türüne yeni bir soluk getirdiğini düşünüyorsanız Otopsi’yi benzer keyifle izleyebilirsiniz. Ama bence filme yazık edersiniz. Çünkü Otopsi aslında bolca serpilmiş sürprizlerden, tedirgin edici mekân atmosferinden, izleyicisini adım adım geren bir ilerleyişten ve şaşırtıcı bir sondan çok daha fazlasını vaat ediyor. Bu vaatlere ulaşabilmek için de elbette teşrih masasında yatan ölüden hareketle ölüme geçebilmek şart. Yaşayan, hatta bir bayrak yarışı gibi hayatı yekdiğerine devredecek baba-oğulun pek kurcalanmamış ilişkisi bir yanda, öbür yanda her şeyiyle kurcalandıkça bilinmezleşen bir ölü(m)…

Benim gibi, filmlerde bile şırınga görmekten rahatsızlık hissedenlerdenseniz, Otopsi sizin için zor bir deneyim olacaktır, belli ki. Zor ama çekici de. Çünkü film, bize insan bedeni üzerinden insan ruhuna ulaşmak için önemli yol haritalarının taslağını şöyle bir gösterivermekte. Aşk, tutku, intikam, yaşama güdüsü, öldürme güdüsü… Kendi hayatını, başkasının hayatının sonlanmasına bağlı varsayma takıntısı… İnsana dair nice acayiplikler ve garaiplikler. Eşrefi mahlûkattan esfeli mahlûkata değin farklı çap ve ebattaki ruhların cirit oyununa dair farklı bir ‘orta oyunu’ niteliğinde Otopsi.

Küçük bir mekânda geçen, deyim yerindeyse ‘oda filmi’ niteliğindeki Otopsi, tahmin edileceği gibi gerçekçilik hissi gereği, insan bedenini olanca çıplaklığıyla sergilemekten kaçınmamakta. Elbette rahatsız edici miktarda.

***

Ahmet Haşim’in söyleşileri

Sanatkârın eseriyle hayatı arasında bağlar kurmak, takipçileri için öteden beri tecessüs konusu. Hatta eserlerinden ziyade hayatıyla ve kişiliğiyle cazibe odağı hâline gelmiş sanatçılar hiç de az değil. Bu yaklaşımın doğurduğu en ciddi felâket, sanatçının eserini, hayatından hareket ederek izah etmek. Daha açıkçası, eseri anlamanın yolu ile sanatçının yaşantısı arasında birebir ve sıkı-fıkı bir bağ varsaymak. Eserin temeli durumundaki sanatçının hayal gücünü yok saymak.

Meraklıları sanatçıların hayatlarındaki ayrıntıların izini, günlüklerinde, mektuplarında sürer. Kimileyin de sanatçının söyleşilerinde yer alan ayrıntılarda, o aslında çok şey saklayan anekdotlarda ipuçları bulur; bulduğunu sanır.

Şimdilerde hayatımızdan çekilen mektuplar, aslında sanatçılar ve özel yaşantıları hakkında değil sadece, o dönem hakkında, o topluma veya o sınıfa dair hayli değerli bilgi barındıran bir belge niteliğinde. Bundan elli yıl, yüz yıl önceki bir yazışma, aslında erbabına göre küçük bir hazine değerinde. Ahmet Haşim’in mektupları da.

Şairin mektuplarını, seyahatnamesi ve mülâkatlarıyla beraber okuma fırsatı sunan Frankfurt Seyahatnamesi / Mektuplar / Mülâkatlar adlı kitap, Bütün Eserleri’nin dördüncüsü olarak Dergâh Yayınları’nca yayımlandı. Kitabın üçüncü baskısı 2012 tarihli. Büyük şairi etraflıca tanımak için önemli bir fırsat.

Ahmet Haşim’i yakından tanımak, aslında Osmanlı’nın son dönemini, aynı zamanda Cumhuriyet’in ilk yıllarını, hatta o dönemi olanca kuşatıcılığıyla anlamak demek. Haşim’in mektuplarında tanıklık ettiğimiz hissiyatlardan biri, o yıllarda Avrupalı yazarların mektuplarında da görebileceğimiz gibi, insan ilişkilerine verilen büyük değer. Bugün anlaşılması zor, aslında önemli bir husus. Dostluklar, ahbaplıklar, toplum ilişkileri, hatta aşklar, hayatın merkezindedir.

“Kırkını geçmiş bir adamın beyaz saçlarıyla, mektepten henüz çıkmış bir genç gibi hayatını tanzim edememiş bir vaziyette kalışından daha hazin bir şey tasavvur edemiyorum.” (S. 131.) Bu cümle en yakın dostlarından Yakup Kadri’ye yazdığı satırlardan… Ruhunun en yaralı taraflarını dostuna yazmak, göstermek onu güçlü kılar belki de.

“Öteden beri şairin ancak dilenci olarak geçinebildiği bir âlemde ben, şairlikten başka yapacak bir şey bulamadım. Fikir, his, hayal ve sanat kayguları, göze görünmez haşereler gibi faydasız hayatımın kumaşını delik deşik ettiler. Bu hayat, perişan bir çingene çadırı gibi beni barındıramaz olmuştu. Bütün meslektaşlarımın hâli de böyleydi. Fakat Cumhuriyet, şair ve edibin insan cemiyetlerindeki şerefli vazifesinden haberdar olduğunu göstermek maksadıyla olacak, kendi akıllarıyla yaşamaktan âciz olan bütün bu akılsız ve garip kuşları kanatları altına aldı ve ısıttı. Bunlardan hariç bırakılan yalnız ben oldum.” (S. 77).

Bağdat doğumlu ya, bu dışlanmada bu hususun bir payı olup olmadığını sorgular ilerleyen satırlarda.

Nâzım Hikmet’in orjinalliği

Aslında Haşim’in cümleleri kim olduğunu ve ne yaptığını hayli derinden bildiğini belli eder nitelikte. Refik İnce’ye yazdığı bir mektupta, kendisinden iş konusunda yardım talep eder. Refik İnce, Emin Çölaşan’ın dedesi. Refik İnce’ye tasvir ettiği Anadolu manzaraları da içler acısı. Yakup Kadri’nin Yaban’daki Anadolu’suna bir hayli yakın bu izlenimler, o yıllar hakkında en sağlıklı fikir kaynağı aynı zamanda.

Dostlarına fazlasıyla iltifatkârdır. Haşim’in öfkesini ifade ederkenki müstehzi tarzı da düşman başına. Kendisine gıyabında “Arap Haşim” diyen Yahya Kemal’e, Nişli Agâh ismini takar meselâ. Niş, Yahya Kemal’in doğduğu yere telmih ifade ettiği gibi, aynı zamanda arı, akrep, diken, zehir anlamlarına da gelmekte.

Söyleşilerinde, döneme göre densiz denilebilecek sorulara sabırla cevap verişindeki müsamaha takdire şayan. Meselâ ölümünden üç-beş gün evvel kendisiyle söyleşiye gelen biri kendisine “Genç olmak ister miydiniz? Bu uğurda neler feda ederdiniz? Nasıl bir genç olmak isterdiniz?” şeklinde veciz bir soru silsilesi yöneltir. Haşim soruların garipliğini nazikçe ifade ederek savuşturur bu kabalığı.

Adını vermeden Nâzım Hikmet hakkında değerlendirmelerde bulunduğu söyleşi dikkat çekici: “Mayakovski’den haberdar olmayanlar, bizde, yeri göğü sarsan, emsalsiz bir dâhinin, bir mucizenin dünyaya geldiğini zannettiler… Esasen bu şiirinde taklit olduğu şundan belli ki, bahsettiği şeylerin hiçbirini tanımıyoruz. Burjuva nasıl bir şeydir? Proletarya ne cins bir kuştur? Müthiş bir “duvar”a meydan okuyor. Hangi süvariler, hangi duvar? Bütün bunlar Merih gibi, dünyamıza tamamen yabancı bir âlemin dedikodusudur.” (S. 172).

Bu cümleler tazeliğini hâlâ korumuyor mu?